“Türk milletinin tabiat ve şiarına en uygun idare, Cumhuriyet idaresidir.”
Atatürk
Foto 1: Türkiye Cumhuriyeti’nin 10. yıldönümü kutlamaları (29 Ekim 1933). Soldan sağa: Genelkurmay Başkanı Mareşal Fevzi (Çakmak), Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal (Atatürk), TBMM Başkanı Kâzım (Özalp), Başbakan İsmet (İnönü).
25 Ekim 1923’te hükümetin istifasıyla bir bunalım ortaya çıktı. Bu durum Mustafa Kemal Paşa’ya, cumhuriyeti ilan etmek için beklediği fırsatı verdi. 28 Ekim 1923 akşamına kadar hükümetin kurulamaması üzerine Mustafa Kemal Paşa Çankaya Köşkü’nde arkadaşlarına “Yarın cumhuriyeti ilân edeceğiz.” diyerek fikrini açıkladı. O gece İsmet Paşa ile birlikte 1921 Anayasası’nın bazı maddelerini değiştiren kanun tasarısını hazırladı. “Türkiye Devleti’nin hükümet şekli cumhuriyettir.” hükmünün yer aldığı tasarı üzerinde TBMM’de yapılan konuşmalardan sonra cumhuriyetin ilânı kabul edildi. “Yaşasın cumhuriyet!” sesleri arasında alkışlarla cumhuriyet ilân edildi. (29 Ekim 1923)
Bu aşamaya nasıl gelindiğini tarihî süreç içerisinde anlatmaya çalışacağım.
Cumhuriyet, hükümet başkanının halk tarafından belli bir süre için ve belirli yetkilerle seçildiği yönetim biçimidir. Egemenlik hakkının belli bir kişi veya aileye ait olduğu monarşi ve oligarşi kavramlarının karşıtıdır.
Cumhuriyet kelimesi Arapça kökten 18. yüzyılda Osmanlı Türkçesi’nde türetilmiş bir isimdir. Arapça cmhr kökünden gelen cumhur “cemiyet, toplum, kamu” anlamına gelir. 18. yüzyıl Avrupa’sında monarşi ile yönetilmeyen Hollanda, İsviçre (ve 1789 Devrimi sonrasında Fransa) gibi ülkeleri tanımlayan Latince respublica ile Fransızca république sözcüğünün Türkçe çevirisi olarak benimsenmiştir.
Latince ‘res publica’ klasik kullanımda “kamusal olan” anlamındadır. Bir topluluğa onları birleştirmek suretiyle halk olma özelliğini kazandıran, kamusal nesne anlamına gelir. Bu hal monarşiye karşı, devlet başkanının halk tarafından seçildiği ve halk iradesince meşrulaştırıldığı devlet şekli anlamında kullanılmıştır. Osmanlı Devleti’nde cumhuriyet fikri ilk kez 1870’li yıllarda Genç Osmanlılar ve Mithat Paşa tarafından (açıkça savunulmaksızın) tartışılmıştır.
Cumhuriyet, yönetim biçimi olarak halkın üstünde hiçbir otorite veya yetkili makam tanımamakta, devlet gücü de doğrudan doğruya halkı oluşturan bireylerin elinde bulunmaktadır. Cumhuriyet, halkın hükümetidir. Böyle bir hükümette idare edenler, kamunun menfaatini daima göz önünde bulundurmak zorundadırlar. Halk kendini yönetecekleri kendi istediği gibi seçebilir, kendisini temsil etmek üzere seçtiği yöneticileri her zaman denetleyebilir, belirli çalışmalara izin verebilir, istemedikleri için yasak koyabilir.
Cumhuriyette en temel kural mutlak surette seçimdir. Cumhuriyet, en büyüğünden en küçüğüne kadar devlet hizmetlerinin hepsinde veraset usulünü mutlak surette reddeder, bunun yerine seçim ve tayin usulünü koyar. İşte cumhuriyetin özü ve gerçek anlamı bu noktada saklıdır. Bireylerin tek tek kendi isteklerini ortaya koymalarıyla ortaya çıkan ‘istekler bütünü’ halk egemenliğini yaratır.
Cumhuriyet fikri, Fransız Devrimi’nin gelişmesi sonucu ortaya çıkmıştır. Fransız Devrimi’nin etkisi Osmanlı İmparatorluğu’nda çok geç hissedilmiştir. 1839’da ilân edilen Tanzimat Fermanı, fikir bakımından batının etkisi sonucunda ortaya çıkmıştır. Ancak halk hakimiyeti ve cumhuriyet, fikir halinde belirli bir şekilde ortaya çıkmamıştır. Batılı bir düşünceye sahip olan Mustafa Reşit Paşa, yaptığı ve yapmak istediği yeni reformlar yüzünden bazı kimselerin husumetini çekmiştir. Bir gün Serasker Sait Paşa huzura çıkarak Padişah Abdülmecid’e şöyle hitap etmiştir: “Mustafa Reşit cumhuriyet ilân edecek, saltanatınız elden gidiyor. Daha ne duruyorsunuz?”
Tanzimat dönemiyle birlikte batının siyasal ve hukuksal düşünceleriyle ilişkiye giren gençler bu konudaki terminolojiyi ve düşünceleri ülkemize aktarmaya başlamışlardır. Düşünce özgürlüğü ulusal egemenlik ve cumhuriyet kavramları kullanılmaya başlanmıştır. Bu sözcükler üzerinde ilk kez kalem gezdiren Şinasi’dir. Şinasi, yurdumuzda İnsan Hakları Bildirgesi’nde geçen ilkelerden güvenlik ve kanun önünde eşitlik ile ilgili olanları “Gülhane Hattı” ile getirmeye etkili olan Mustafa Reşit Paşa’yı bir kasidesinde “Eyâ ahâli-i fazlın reîs-i cumhuru” (Ey erdemli insanların cumhur başkanı) diye selamlamaktadır. Sonraları siyasal edebiyatımızda yaygın olarak kullanılmaya başlayacak olan “Reisicumhur” deyimi böylece edebiyat yoluyla ülkemize girmiş oluyordu.
Yıl 1876. Abdülhamit padişahtır. Meşrutiyet ilân edilir. Anayasa yürürlüğe konur, arkasından Ruslarla 1877-1878 savaşı başlar. Ağır yenilgi. Ayastefanos Anlaşması… İmparatorluktan, telâfisi mümkün olmayacak kopmalar başlamıştır.
Meşrutiyetin ilânı ile açılan Mebusan Meclisi Sultan II. Abdülhamid tarafından 1878 Şubat’ında kapatılmış, istibdada (baskı yönetimine) kapılar aralanmıştı. Meşrutiyete yeniden dönme çabaları başlamış, gizli teşekküller devri açılmıştı. 21 Mayıs 1889’da istibdadı yıkmak ve meşrutiyeti ilân etmek amacı ile Askerî Tıbbiye Mektebi (Mekteb-i Tıbbiye-i Askeriye-i Şahane) talebeleri Ohrili İbrahim Temo, Abdullah Cevdet, Hüseyinzade Ali Turan, İshak Sükuti (dört askerî tıbbiyeli) “İttihad-ı Osmanî Cemiyeti”ni kurmuşlardır.
Ahmet Rıza Bey cemiyetin adının “Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti” olarak konulması teklifini İstanbul’daki merkez kabul etmiştir. İttihat ve Terakki 23 Temmuz 1908’de Meşrutiyet İdaresi’ni yeniden kurmuştur.
Genç Osmanlılar’dan Ziya Paşa, Namık Kemal ve Ali Suavi özellikle Avrupa’ya kaçarak sürdürdükleri, halkın haklarını koruma davasında; özgürlük, ulusal egemenlik ve parlamento ile yönetim konularını yaymaya çalışmışlardır. Cumhuriyet yönetimine ise hiçbirinin sempatisi yoktur.
Mustafa Kemal 1904 Aralık ayında Harp Akademisi’ni bitirince, kurmay yüzbaşı olarak diploma almış, tayinlerini bekleyen birkaç arkadaşı ile Sirkeci’de bir pansiyon kiralamıştır. Ara sıra bu pansiyonda diğer arkadaşları ile toplanıp, memleket meseleleri üzerinde konuşmalar yapmışlardır. Memleketin kurtuluşu için meşrutî bir idare (meşrutiyet) kurulması gerektiğine inanmış, Abdülhamit’i meşrutiyete ordunun zorlayabileceği üzerinde durulmuştur. Bunun için baskı ve tutuklanmalardan uzak durma ve gizli birer teşkilât kurma fikrinde anlaştılar.
Fakat olayların akışı, kısa bir süre için de olsa onu, Harp Okulu’ndaki Zabitan Tevkifhanesi’ne (tutukevine) göndermiştir. Mustafa Kemal 5 Şubat 1905’te, Beşinci Ordu’ya tayin edilmiş ve Şam’a gitmiştir. Orada kurdukları “Vatan ve Hürriyet Cemiyeti” daha sonra İttihat ve Terakki’ye katılmıştır. 1908 Şubat’ında İttihat ve Terakki Cemiyet’ine Fethi Bey’in (merhum Okyar) yardımı ile Mustafa Kemal de girmiş ve 322 numarayı almıştır.
Mustafa Kemal Suriye’deki görevine döner. Bu gidiş ve dönüşte gerçeği bütün acılığı ile tadar. Bu gerçekler ona acı tecrübeler de kazandırmıştır. Bir takım üzücü, düşündürücü olaylardan dersler çıkarmıştır. Bunların sonucu olarak da: “Bir defa daha karar verdim ki günün değil, yarının adamı olmak lâzımdır.” demiştir.
Manastır’a geri gelince burada önemli bir şart ortaya koymuş, ordu siyasetten uzak duracak demiştir. İttihat Terakki ile kırılma ve ileride ayrılma noktası bu husustur. “Ordu mensupları Cemiyet içinde kaldıkça hem parti kuramayacağız hem de ordumuz olmayacaktır.” demiş fakat fikirleri kabul görmemiş ve cemiyet ile yolları ayrılmıştır.
İttihat ve Terakki’nin zorlamasıyla 1908’de İkinci Meşrutiyet’in ilânı, Türk aydınlarının Batı’nın siyasal ve hukuksal düşünceleriyle daha yaygın bir biçimde uğraşmalarına olanak sağladı. Türkçülük akımı siyasal yönü ile gelişmeye başladı. Düşünce yaşamındaki bu yenilik, cumhuriyetçilik ülküsü çıkarına herhangi bir hareket yaratmadı. Bununla beraber, cumhuriyetçi düşüncenin yayılmasına karşı en büyük engel olan halifelik kurumunun değeri ile ilgili inançlar sarsılmaya başladı. Saltanata ve hilafete bağlılık sürdükçe cumhuriyetin kurulması şöyle dursun, cumhuriyetçi düşüncenin yaygın bir biçim alması mümkün değildi. Fransız Devrimi’nin bir ürünü olan cumhuriyet, her batılı siyasal düzene örnek ve model olmuştur.
Atatürk’ün cumhuriyetin kuruluşundan önce cumhuriyete nerede ve ne zaman karar verdiği sorusu sık sık dile getirilmiştir. Kendi içinde ulusal bir giz olarak sakladığı “cumhuriyet” düşüncesinin Atatürk’ün cumhuriyetin kuruluşundan sonraki konuşmalarında görülmesini, doğal karşılamak gerekir. Atatürk daha İkinci Meşrutiyet döneminden önce, saltanatın yıkılmasının gerekliliğini ve yerine cumhuriyet rejiminin getirilmesinin zorunluluğunu açıklamaktadır.
Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun “Ulus Gazetesi”nde yayınladığı bir makalesinin konusu şu olmuştur: “Genç Harbiyeli Mustafa Kemal, cumhuriyetçiliği kimden öğrenmiştir?” Bu sorunun cevabını, Namık Kemal ve Ziya Gökalp’in Atatürk üzerinde yapması muhtemel etkiler üzerinde durarak, “Fikir tarihimizin hiçbir safhasında bunu bulmak mümkün değildir.” diyerek, Cumhuriyetin Atatürk’e özgü tavrını belirtmektedir.
Yakup Kadri Karaosmanoğlu aynı zamanda sorunun cevabını vermekte; “cumhuriyet düşüncesinin doğuşunda Atatürk üzerinde Fransız Devrimi’nin düşüncesinin etkisi olduğunu” söylemektedir.
Ali Fuat Cebesoy, “Sınıf Arkadaşım Atatürk” adlı eserinde, 1902 yılında, Atatürk’ün henüz Harp Akademisi’nin birinci sınıfında bulunduğu sırada, Osman Nizâmi Paşa ile, Osmanlı Devleti’nin geleceği üzerine yapmış olduğu bir konuşmayı anlatır. Nizâmi Paşa istibdat yönetiminin bir gün kaldırılacağına inandığı halde, onun yerine batılı anlamda bir yönetimin kurulup ülkeyi kalkındıracağına inanmaktadır. Cebesoy’un Kuzguncuk’taki evinde geçen bu tartışmada, Atatürk’ün Nizâmi Paşa’ya direnişi şöyle olmuştur: “Paşa hazretleri, batılı anlamda yönetimler de zamanla gelişmişlerdir. Bugün uyur gibi görünen memleketimizin çok kabiliyeti ve cevheri vardır. Fakat bir devrim oluşunda bugün işbaşında olanlar yerlerini korumaya kalkarlarsa, o vakit buyurduğunuzu kabul etmek gerekir.”
Ali Fuat Cebesoy, yine adı geçen eserde, Atatürk’ün topçu stajı yapmak üzere, Şam’a gitmeden önce 1905 yılında arkadaş çevresiyle yaptığı bir toplantıda “Bu dava, yıkılmak üzere bulunan bir imparatorluktan, önce bir Türk Devleti çıkarmaktır.” dediğini de yazmaktadır.
1908 yılında bir kış gecesi… Selanik’te Beyaz Kule karşısında, Askerî Kulüp’te bir konferans veriliyor. Konferans bir saatten fazla sürmüştü. Çok geçmeden konferans salonu boşalmıştı. Yalnız üç-beş subay, kulübün lokantasında oturuyorlar ve konuşuyorlardı. Bu askerlerden biri de Mustafa Kemal idi, ötekiler Büyük Millet Meclisi Başkanı ve Türkiye Cumhuriyeti’nin Milli Savunma Bakanı olmuş olan Kazım Özalp, diğeri Ankara Vali ve Kumandanlığını yapmış, sonraları Toroslar’da da kumanda etmiş, nihayet milletvekili olmuş olan Nuri Conker idi. Fethi Okyar (Londra Büyükelçisi, 1937) ve daha bazı kıymetli asker arkadaşları kalmıştı.
Mustafa Kemal, arkadaşlarına şu sözleri söylüyor:
– İnkılabı ikmal etmek lazımdır. Biz bunu yapabiliriz. Ben bunu yapacağım.
Mustafa Kemal’in arkadaşlarından biri soruyor:
– Bundan sonrası ne olacak?
Mustafa Kemal, duraksamadan,
– Bundan sonra ne olacağını, yapacağımız inkılap gösterecektir. diye başladığı sözlerine daha kati ifade ile şöyle devam etti: Evet inkılap yapacağız. Bugüne kadar yapılan inkılap, kâfi sayılmaz. Fazlasını yapacağız. Memleketi bin bir akılsızın eline ve keyfine bırakamayız. Bu çok adamların görevini birkaç kişi ile yapabilirim:
– Mesela Kazım Köprülü’yü (Özalp) harbiye nazırı (Milli Savunma Bakanı) yapacağım. Nuri’yi (Conker) kumandan ve idare şefi yaparım, Fethi’yi (Okyar) yeni inkılapçı Türkiye’nin mümessili sıfatıyla (temsilcisi olarak) Avrupa’ya gönderirim.
Sofrada hazır bulunan, öteki arkadaşları derhal soruyorlar:
– Ya bizleri efendim?
Mustafa Kemal şu yanıtı veriyor:
– Sizler de göstereceğiniz değer ve faaliyet nispetinde birer vazife alırsınız.
Sofradaki arkadaşlarından Nuri (Conker), Mustafa Kemal’in geleceği kucaklayan bu sözlerine, ahenkli bir kahkaha ile gülüyordu. Mustafa Kemal, kahkahasını bir türlü yenemeyen bu arkadaşının sakinleşmesini bekledikten sonra ona sordu:
– Niçin gülüyorsun?
Arkadaşı Nuri cevaben:
– Seni düşünüyordum da onun için… Bütün bu işlerin içinde sen ne olacaksın?
Mustafa Kemal, bu soruya açıkça yanıt vermeden, yalnız şu genel cümle ile karşılık vermiştir:
– Ben mi? Ben de sizlere o görevleri veren olacağım.
Birinci Dünya Savaşı’nda Atatürk’ün yaverliğini yapmış olan Şükrü Tezer, anılarında onun devlet rejimi değişikliği üzerine Levazımat-ı Umumiye Reisi Topal İsmail Hakkı Paşa ile yapmış olduğu bir görüşmeden söz etmektedir. Şükrü Tezer’e göre, görüşme bir törenden sonra İsmail Hakkı Paşa’nın isteği üzerine olmuştur. Hakkı Paşa, görüşme sırasında önce genel durumu söz konusu etmiş ve söz arasında saltanatın kaldırılmasına konuyu getirerek yönetim biçiminin cumhuriyet olacağını söylemiş, yönetimin başına gelecek kimse için de sen, ben ve örneğin Enver, demiştir. Atatürk bunun üzerine, yurdun içinde bulunduğu koşulların, cumhuriyet kurulmasına elverişli olmadığını belirtmiş, ancak günün birinde bunun kesinlikle gerçekleşeceğine Hakkı Paşa’nın inanmasını istemiştir.
Enver Paşa’nın yakın arkadaşı Topal İsmail Hakkı Paşa’yı Atatürk’le cumhuriyet kurulması konusunu konuşturması, olsa olsa devrimci tanıdığı Atatürk’ün ağzını aramak gibi bir girişime bağlanabilir. Bu görüşmede asıl dikkati çeken noktanın, Atatürk’ün günün birinde saltanatın kaldırılacağı ve cumhuriyetin kurulacağı ile ilgili düşüncesini açıklamasıdır.
Mondros Antlaşması’nın imzalanmasından sonra İstanbul’a gelen Mustafa Kemal Paşa, Padişah Vahdettin ile yaptığı görüşmeyi ve padişahın sorularına verdiği cevaplardan sonra, düşüncesini şöyle açıklamıştır:
“O gün anladım ki padişahlar, milletlerinin kaderini değil, ancak şahıslarının huzurunu düşünürler. O gün, Türkiye’yi ancak cumhuriyetin kurtaracağına tamamıyla iman ettim.”
Mustafa Kemal Paşa, Samsun’dan Sadarete (Başbakanlığa) gönderdiği 22 Mayıs 1919 tarihli raporunda, “Millet, millî hakimiyet esasını ve Türk milliyetçiliğini kabul etmiştir. Bunun için çalışacaktır.” demekle millî iradeye dayanarak milletin kaderini çizmekteydi. Samsun’dan sonra Anadolu’nun içlerine doğru ilerleyen Atatürk, vilayetlere ve kolordu kumandanlarına gönderdiği meşhur Amasya Genelgesi’nde Türk yurdunun ve istiklâlinin kurtarılması yolundaki parolayı bildirmiştir: “Milletin istiklâlini yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır.”
Erzurum Kongresi de önemli olaylara sahne olmuştur. Atatürk, Erzurum Kongresi’nin toplanmasından önce, arkadaşı Mazhar Müfit Kansu’nun, ileride Türkiye’de kurulmasını düşündüğü hükümet biçiminin ne olacağı sorusuna şu cevabı vermiştir: “Açıkça söyleyeyim, hükümet biçimi zamanı gelince cumhuriyet olacaktır.”
Erzurum’da Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşları askerlikten istifa ettikten hemen sonra sabaha karşı Paşa, emirber Ali’ye seslendi:
– Ali, kahve yap bize.
Ali kahveleri getirinceye kadar, Süreyya Yiğitin:
– Muvaffak olduktan sonra dahi iş bitmiyor Paşam, memleketin durmadan çalışmaya ve inkılaplar vücuda getirmeye ihtiyacı var, şeklinde görüş belirtmesiyle mevzu, memleketin sosyal bünyesine geldi. Paşa vatanın kurtulmasından sonra cumhuriyet ilanının şart olduğu hakkındaki mütalaa ve inanını bir kere daha sağladıktan sonra:
– Mazhar not defterin yanında mı? diye sordu.
– Hayır Paşam, dedim.
– Zahmet olacak amma, bir merdiveni inip çıkacaksın. Al gel, dedi. Nerede ise sabah olacaktı. Fakat onun yanında iken dünya, gecesi gündüzü olmayan bir alemden ibaretti. Binaenaleyh, uyku ihtiyacı da yoktu. Hemen aşağıya indim. Not defterini alıp geldim.
O, hatıra defterime ve günü gününe her hadiseyi not edişime hem memnun olur hem de bazen latife etmekten kendisini alıkoyamazdı.
– Hafızalarımız zayıfladığı zaman Mazhar Müfit’in defteri çok işimize yarayacak, derdi. Defteri getirdiğimi görünce, sigarasını birkaç nefes üst üste çektikten sonra:
– Amma bu defterin bu yaprağını kimseye göstermeyeceksin. Sonuna kadar gizli kalacak. Bir ben, bir Süreyya, bir de sen bileceksin. Şartım bu… dedi. Süreyya da ben de:
– Buna emin olabilirsiniz Paşam, dedik. Paşa, bundan sonra:
– Öyle ise önce tarih koy! dedi. Koydum: 7-8 Temmuz 1919. Sabaha karşı.
Tarihi sayfanın üzerine yazdığımı görünce:
– Pekâlâ, yaz! diyerek devam etti:
– Zaferden sonra şekl-i hükümet Cumhuriyet olacaktır. Bunu size daha önce de bir sualiniz münasebetiyle söylemiştim, bu bir. İki: Padişah ve hanedan hakkında zamanı gelince gereken işlem yapılacaktır. Üç: Tesettür kalkacaktır. Dört: Fes kalkacak, medenî milletler gibi şapka giyilecektir. Bu anda gayri ihtiyari kalem elimden düştü. Yüzüne baktım. O da benim yüzüme baktı. Bu gözlerin bir takılışta birbirine çok şey anlatan konuşuşuydu. Paşa ile zaman zaman senli benli konuşmaktan çekinmezdim.
– Neden durakladın? deyince:
– Darılma amma Paşam, sizin de hayalperest taraflarınız var, dedim, gülerek:
– Bunu zaman tayin eder. Sen yaz, dedi. Yazmaya devam ettim:
– Beş: Latin hurufu (harfleri) kabul edilecek.
– Paşam, kâfi, kâfi, dedim v e biraz da hayal ile uğraşmaktan bıkmış bir insan edası ile:
– Cumhuriyet ilanına muvaffak olalım da üst tarafı yeter! diyerek, defterimi kapadım ve koltuğumun altına sıkıştırdım. İnanmayan bir adam tavrı ile:
– Paşam sabah oldu. Siz oturmaya devam edecekseniz hoşça kalın, diyerek yanından ayrıldım. Zaman onun haklı olduğunu gösterecekti.
Atatürk, başkanlığını yaptığı Erzurum ve Sivas Kongrelerinde alınan kararlarla Osmanlı Hükümeti’nin yetkilerini Anadolu’ya aktarmaya çalışmıştır. Sivas Kongresi’nde, Anadolu ve Rumeli’deki birbirinden dağınık ve bağımsız çalışan Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri birleştirilmiştir. Kongrece seçilen Heyet-i Temsiliye, vatanın bütününü temsil etmek amacıyla geniş yetki ile donatılmış, milletçe mukavemet ve müdafaa kararı alınmış, geçici bir hükümet kurularak idarenin millet adına ele alınacağı karar altına alınmış ve Misak-ı Millî’nin esasları kabul olunmuştur.
Memleketin zor şartlarından dolayı Erzurum Kongresi’ne 38 delege katılabilmiştir. Erzurum Kongresi’nde göze batan önemli problemlerden birisi de manda problemi olmuştur. Manda problemi tam bağımsızlığın önündeki en büyük engeldir. Kongreye İstanbul’dan katılabilen üç delegeden biri de Tıbbiyeli Hikmet (Boran) Bey’dir. Yurt sevgisinin eşsiz örneğini veren bu genç öğrenci, aynı zamanda, ulusal bağımsızlık konusunda da son derece idealist ve cesurdur. O kadar ki, “manda meselesi”nin görüşüldüğü Sivas Kongresi’nde, bizzat Mustafa Kemal Paşa’ya: “Delegeleri bulunduğum tıbbiyeliler beni buraya, bağımsızlık yolundaki çalışmalara katılmak üzere gönderdiler, mandayı kabul edemem. Manda fikrini siz kabul ederseniz, sizi de reddederim. Mustafa Kemal’i vatan kurtarıcısı değil, vatan batırıcısı olarak adlandırır ve lanetleriz.” demiştir. Sonra ne olmuştur bu idealist ve yurtsever gence? Sivas’tan dönen Hikmet Efendi yakın arkadaşı Yusuf Balkan ile birlikte tekrar Anadolu’ya geçip Ankara’ya gitmiş ve millî mücadele uğrunda hizmet için Mustafa Kemal Paşa’nın emrine girmiştir. Bir yıl kadar sonra İstanbul’a dönmüş ve tahsilini tamamlamıştır.
Aradan yıllar geçer. Günlerden bir gün, sofrasındaki dostları ile eski günleri anan Atatürk, Tıp öğrencisi Hikmet Efendi’yi hatırlar. Hemen bulunup mebus (milletvekili) yapılmasını emreder. Fakat, Mazhar Müfit Bey (Kansu), üzüntü ile boynunu bükerek, Hikmet Efendi’nin öldüğünü söyler. Çok üzülen Atatürk sofrayı dağıtır. Oysa ki, Hikmet Efendi sağdır ve Anadolu’nun bir köşesinde doktorluk yapmaktadır. Hiçbir zaman kendini Atatürk’e hatırlatmayı düşünmemiştir.
Hatta ondan bir şey ister duruma düşmemek için bölgesine geldiği zaman kendisine görünmemiştir. Atatürk’ün ölümünden birkaç ay sonra da Mazhar Müfit Bey sokakta Hikmet Efendi’ye rastlar. Boynuna sarılır, yaptığı yanlışlığı anlatır, özür diler. Yine aradan yıllar geçer. Bir gün de zamanın tek siyasi partisi tarafından aranır ve Balıkesir’den mebus adayı yapılmak istenir. Fakat şanssızlık burada da Hikmet Efendi’nin yakasını bırakmaz. “Balıkesir’in yabancısıdır, Giresunludur.” propagandasıyla bu imkânı da kaybeder. Oysa ki Hikmet Efendi Balıkesirlidir, Balıkesir’in Savaştepe Bucağındandır. Fakat, Savaştepe Bucağının o günkü adı “Giresun”dur. İki yıl sonra da oğlu Orhan Boran’ı (tanınmış takdimci ve mizah ustasını) milletine yadigâr ederek, veremden ölmüştür.
Mustafa Kemal Paşa İstanbul’un işgali üzerine vakit kaybetmeden bir Kurucular Meclisi toplamayı tasarlamış, bu konuyla ilgili olarak komutanlarla iki gün boyunca telgraf başında görüşmüştür. Meclisin dağıtılmasından sonra bir gün bile kaybetmemiş, 19 Mart 1920 tarihinde bir genelge yayınlayarak Ankara’da olağanüstü yetkilere sahip bir meclisin toplanacağını duyurmuştur. Genelgede, dağılmış olan mebuslardan Ankara’ya gelebilecek durumda olanların meclise katılmalarını, her sancaktan beş üyenin seçilmesini ve seçimlerin de meclis çoğunluğunun on beş gün içinde Ankara’da toplanabileceği şekilde yapılmasını istemiştir. Bu genelge sonucunda seçimler, her tarafta büyük bir ciddiyet ve hızla yapılmıştır.
Büyük Millet Meclisi, 23 Nisan 1920 günü en yaşlı üye olan Sinop Mebusu Şerif Bey’in başkanlığında açılmıştır. İtilaf devletlerinin Türkiye’yi paylaşmaya çalıştığı, Yunan ordusunun Batı Anadolu’yu işgale giriştiği, Rum ve Ermeni azınlığın ihanet faaliyetlerini artırdığı ve Padişahın meclisi feshederek ülkeyi ve milleti Damat Ferit Hükümeti’ne teslim ettiği sırada böyle bir meclisin açılabilmesi büyük bir önem taşımaktadır.
1920 Nisanı’nın 23. günü Ankara’da ilk Büyük Millet Meclisi’nin toplanması, Cumhuriyet rejiminin kuruluşunun göstergesidir. O tarihlerde “Cumhuriyet” sözü, Mustafa Kemal ile pek yakın bir iki arkadaşı arasında ancak bir fısıldaşma olarak konuşulmuştur. Üç yıl sonraki gerçek, o gün için hayal gibidir. Ayrıca 23 Nisan’da yalnız ilk Büyük Millet Meclisi değil, Türkiye’de ‘meclissiz yaşamamak’ devri de açılmıştır.
Yeni devlet, adı açıkça konmamış olsa da bir cumhuriyetti. Zamansız bir rejim tartışması yaratmamak ve millî güçleri zayıflatmamak için bu kelimenin kullanılmasından kaçınılmıştı. Mustafa Kemal daha Erzurum Kongresi sırasında kafasındaki yönetim şeklinin cumhuriyet olduğunu iki arkadaşına sır olarak ifade etmişti. Zaferden sonra ilk kez 11 Eylül 1923 günü TBMM’deki özel toplantı sırasında Cumhuriyet’in ilan edileceğini açıklamıştı.
25 Ekim’de yaşanan bir kabine bunalımı, Cumhuriyet’i ilan etmek için uygun bir ortam hazırlamıştı. Mustafa Kemal Çankaya’da topladığı arkadaşlarından Vekiller Heyeti’nden istifa etmelerini ve içlerinde yeniden seçilecekler olursa yeni heyette görev almamalarını istemişti. Bunun üzerine Ali Fethi Bey başkanlığındaki Vekiller Heyeti istifa etmiş, 28 Ekim akşamına kadar yeni bir hükümet kurulamamıştı. Mustafa Kemal aynı akşam bazı arkadaşlarını Çankaya Köşkü’ne çağırarak, ertesi gün Cumhuriyet’i ilan edeceğini açıklamıştır. Bu fikir uygun karşılanarak hemen bir kanun tasarısı hazırlanmıştır.
Mazhar Müfit (Kansu) da Cumhuriyet ilan edilmeden önceki bir hatırasını şöyle anlatmaktadır: “Bir gün Anadolu Lokantası’nda yemek yiyordum. Ankara’da o zaman en iyi, tek bir lokanta vardı. O da bu idi. Orada Neue Freie Presse adlı Avusturya gazetesinin Ankara’ya gelen bir muhabiri de yemek yiyordu. Bu zatla bir gün evvel mecliste riyaset odasında tanışmıştım. Yanıma geldi, aramızda şöyle bir konuşma geçti:
– Haberiniz olsa gerek, sizi tebrik ederim.
– Nedir acaba?
– Mustafa Kemal Paşa beni meclisin riyaset odasında kabul etti ve dedi ki: “Aleni olarak ilk defa size söylüyorum, Cumhuriyet ilan edeceğiz”. ” Ne zaman?” dedim. Başını salladı ve: ” Çok yakında” dedi. Bu havadis İstanbul ve Ankara gazetelerinde de neşredildi. Mustafa Kemal Paşa’nın günlerden beri Cumhuriyet ilanı için İsmet Paşa ve arkadaşları ile müzakerelerde bulunduğunu biliyorduk. Gününü tayin bizce mümkün değildi. Bir gece evvel beraberdik. Necati Bey, Vasıf Bey, Yunus Nadi Bey, Mahmut Esat Bey ve sair arkadaşlar da vardı. Mustafa Kemal Paşa gülerek: “Ey, çocuklar, yarın Cumhuriyet ilan edeceğiz.” dedi. Ve bana döndü: “Erzurum’dan beri ağzından çıkarmadığın Cumhuriyetin işte zamanı geldi. Yarın istediğin kadar Cumhuriyet diye alenen artık bahsedebilirsin.” Tabiidir ki hepimiz son derece memnun olduk. Büyük Millet Meclisi Hükümeti artık tarihe karışıyor, Cumhuriyet hükümeti teşekkül ediyordu.”
Falih Rıfkı Atay, Mustafa Kemal’in Cumhuriyet’i ilan ediş sürecindeki çalışmalarını da şöyle özetlemektedir: 28 Ekim 1923 günü akşamı Mustafa Kemal Çankaya’ya çağırdığı bazı arkadaşlarına, ertesi gün Cumhuriyet’i ilan edeceğini söylemiştir. Kendisi başbakanla birlikte bir teklif hazırlayarak ertesi gün Meclis’e sunmuştur. Mustafa Kemal önce, isteyerek, bir hükümet krizi yaratır. O devirde başbakan da bakanlar da Meclis tarafından seçilmekteydi. Mustafa Kemal’e yakın olanlardan biri göreve seçildiği takdirde, görevi reddedecektir. Kriz bir hayli sürer. Bir ara Meclis, Yusuf Kemal’i seçer. Ancak Yusuf Kemal, Mustafa Kemalsiz herhangi bir işin yürümeyeceğini bildiğinden, yanına giderek kendisine destek olup olmayacağını sorar. Mustafa Kemal karışmayacağını söyleyince Yusuf Kemal, durumu anlar ve çekilir. Bu yüzden hükümetsizlik devam eder.
Toplantı sırasında Vasıf Çınar ve bazıları Mustafa Kemal’i çağırıp bu krize dair çözümlerinin ne olduğunu öğrenmeyi teklif eder. Mustafa Kemal bir gün önce Çankaya’da gizli bir toplantı yapmıştır. Bu toplantıya İsmet Paşa ve Fethi Bey’den (Ali Fethi Okyar) başka Kemalettin Sami ve Halit Paşalar da katılmıştır. Mustafa Kemal, Kemalettin Sami ve Halit Paşalara da bu toplantı sırasında her ihtimale karşı direktifler vermiştir. Ertesi günkü parti toplantısında: “Onu da dinleyelim!” parolası söylenir. Kemalettin Paşa bir takrir vererek Mustafa Kemal’i öğleden sonraki toplantıya çağırır. Mustafa Kemal dişi ağrıdığı için uzun tartışmalara katılabilecek durumda değildir. Bir saat zaman alıp döndükten sonra Cumhuriyet rejimi üzerindeki kısa teklifi yapar. Hamdullah Suphi’nin de içinde olduğu genç takım kürsüye gelerek en iyi yolun bu olduğunu söylerler. Tarihçi Abdürrahman Şeref de yeni devrimin fetvacılığını yapar.
Falih Rıfkı Atay, Cumhuriyet’e uzanan “sancılı” süreci satırlarında şöyle anlatmaktadır:
“Artık bütün sırları tarihçilere açıklama sırası geldi. Cumhuriyet de Büyük Taarruz gibi, sesli ve sessiz dayatışlar arasında, Atatürk’ün yenilmez iradesi ile ve pek küçük bir azınlığın fikir ortaklığı ile gerçekleşebilmiştir.
Meclis çoğunluğu padişahçı ve halifeci idi. Saltanat kalktıktan sonra da yeniden padişahlığa dönmek için hanedandan biri İstanbul’da halifelik tahtına oturmak şart olduğu için Hüseyin Cahit’in bile Tanin gazetesinde halifeliği tutmuş olduğunu biliriz. Atatürk eski Osmanlı rejimine dönülünce bu son kurtarıcı zaferin de faydasız kalacağı, Türkiye kurtuluşunu Türklük kurtuluşu ile tamamlamak için Tanzimat ve iki Meşrutiyetin yapamadıklarını yapmak, teokrasi gelenek ve kalıntılarını silip süpürücü, devlete laik bir yirminci asır karakteri verici devrimlere girişmek gerektiği inancında idi. Bunun da yolu rejimin Cumhuriyet olarak adını koymaktı. Gerçekte Büyük Millet Meclisi Başkanı Mustafa Kemal devlet başkanı idi. Ya bu başkanlığı İstanbul’daki padişaha götürüp teslim edecek, ya devlet başkanlığına yeni bir ad konacaktı.”
Cumhuriyet’in ilanına dair kanun tasarısı 29 Ekim’de önce Halk Fırkası Meclis Grubunda yapılan uzun görüşmelerden sonra kabul edilmiştir. Daha sonra TBMM, hazırlanan kanun tasarısını “Yaşasın Cumhuriyet!” sesleri arasında kabul etmiştir. Meclis, Cumhurbaşkanı seçimine geçerek Mustafa Kemal’i oybirliği ile ilk Cumhurbaşkanı seçmiştir.
Cumhuriyet’in ilanı ile rejimin gerçek adı konmuş ve devlet başkanlığı sorunu çözümlenmiştir. Ayrıca, Cumhuriyet’in ilanı ile çağdaşlaşma ve demokrasi yolunda da çok önemli bir adım atılmıştır.
Atatürk’ün 29 Ekim 1923’de Cumhuriyet’in kabulü ve Cumhurbaşkanı seçilmesinin ardından Meclis’te yaptığı konuşma şu şekildedir:
“Son senelerde milletimizin fiilen gösterdiği kabiliyet, istidat, idrak, kendi hakkında kötü fikir besleyenlerin ne kadar gafil ve ne kadar tetkikten uzak, görünüşe düşkün insanlar olduğunu pek güzel ispat etti. Milletimiz haiz olduğu özelliklerini ve liyakatini, hükümetinin yeni ismiyle, medeniyet dünyasına daha çok kolaylıkla göstermeye muvaffak olacaktır. Türkiye Cumhuriyeti, cihanda işgal ettiği yere layık olduğunu eserleriyle ispat edecektir.
Daima muhterem arkadaşlarımın ellerine çok samimi ve sıkı bir surette yapışarak, onların şahıslarından kendimi bir an bile ayrı görmeyerek çalışacağım. Milletin teveccühünü daima dayanak noktası sayarak hep beraber ileriye gideceğiz. Türkiye Cumhuriyeti mesut, muvaffak ve muzaffer olacaktır.”
Atatürk, Türk milleti için en uygun yönetim biçiminin Cumhuriyet olduğunu “Türk milletinin tabiat ve adetlerine en uygun olan idare, Cumhuriyet idaresidir.” sözüyle dile getirmiştir ve Cumhuriyet rejiminin Türk milletini ilerleteceğini de şu sözlerle izah etmiştir:
“Cumhuriyet, yeni ve sağlam esaslarıyla, Türk milletini en emin ve sağlam bir istikbâl yoluna koyduğu kadar, asıl fikirlerde ve ruhlarda yarattığı güvenlik itibariyle, büsbütün yeni bir hayatın müjdecisi olmuştur.”
Atatürk hatıralarında: “Cumhurbaşkanı seçildiğim zaman söylediğim nutuk en kısa beyanatlarımdan biridir. Neden? Çünkü dişlerimi yeni çektirmiştim, yeni yapılan dişlerim tecrübe devresinde idi. Söz söylemeğe başladığım vakit ıslık gibi bir ses çıkıyor veyahut da ağzımdan düşüyordu. Bu sırada yapılacak hiçbir çare yoktu. Bu tabii hadise, siyasi hayatımın en mühim safhasına, böylece bir mâni teşkil etti. Kim bilir, uzun söylemediğim belki de isabetli olmuştur.” demiştir.
Falih Rıfkı Atay, Cumhuriyet sözcüğünün ilk kez, İkinci Meclis’te ortaya çıktığını ifade eder. Meclis’teki bazı hocalar: “Bilâ-kayd ve şart hakimiyet-i milliye isteriz.” diyorlardı. Aslında onlar bu sözleriyle farkına varmadan demokrasiyi savunuyordu. Ama millete sorulsa yüzde bir kişi bile Cumhuriyet rejimini istemeyecekti. Oysaki Mustafa Kemal, Yunanlıları denize dökmekten çok, yarı din devletini ortadan kaldırıp yeni bir devlet kurmak amacıyla hareket etmişti.
Atay, başbakanlıktan çekildikten sonra rastladığı Rauf Orbay’a, başvekilliğe gelmek istemesine dair planları olup olmadığını sormuş; bunun üzerine Rauf Orbay, kendisinin başvekil değil, olsa olsa sadrazam olacağını söylemiştir. Bu olay Atatürk’ün yakın arkadaşlarından biri olan Rauf Orbay’ın dahi eski sistemden yana olduğunu göstermektedir.
Devrim hazırlıkları yapıldığı günlerde Yunus Nadi cumhuriyet sözünü duyduğu vakit, bunun en kuvvetli zamanda yapılması gerektiğini savunmuştur. Buna karşılık Mustafa Kemal elini masaya vurarak: “En kuvvetli zamanımız bugündür!” demiştir.
Kazım Orbay, Cumhuriyet’in ilan edildiğini müjdelemek için, Ankara’dan aldığı emir üzerine top attırdığı vakit, o sırada Trabzon şehrinde bulunan Ordu Kumandanı Kazım Karabekir, bu topların ne amaçla atıldığını sormuş ve Cumhuriyet’in ilan edildiğini öğrenince kendisine niçin sorulmadığını öğrenmek istemiştir. Orbay’ın “Size sorsam attırma mı diyecektiniz?” sorusu üzerine de Karabekir “Biz Cumhuriyete karar vermemiştik!” cevabını vermiştir.
Akşam geç vakit elektrik ziyaları altında meclisin manzarasını görülmeliydi. Herkesin yüzünde, uzun müddet kaybolduktan sonra yolunu bulan insanlara mahsus rahat ve neşe vardı. Türkiye Cumhuriyeti’ni ilan ediyorduk; Gazi Mustafa Kemal Paşa, ilk Reis-i Cumhur, mebus ve seyirci, bütün meclisin kalbinden kopan alkışlar içinde kürsüye çıktığı zaman, rüyada olmadığımızı anlamak için silkinmek istiyorduk. İnkılabın en büyük zaferinden birine şahit olduğumuza kanî idik. Yalnız bu kanaat, o gecenin ulvî kıymetini tatmaya kifayet eder.” Atay’a göre, 1923 Devrimi’ni gerçekleştirecek ve Tanzimat’tan beri devam eden ikiliği ortadan kaldıracak tek otorite Mustafa Kemal idi. O, bir millî kahramandı ve onun bir de fikir kahramanı oluşu 1923 gençliği için, zaferden de büyük kazanç olmuştur.
Cumhuriyet, okur yazarların rejimidir. Her tür rejim, cahil kalabalıklar tarafından benimsenir. Ancak cumhuriyet, düşünen, duyan, tartan, ölçen kısacası bilinçli insanlardan meydana gelmiş olan bir ülkenin rejimi olabilir. Atay, Türkiye’ye özgü şartlardan doğan Cumhuriyet rejiminin bu ülkeye kazandırdıklarına dair şu tespiti yapmaktadır:
“Cumhuriyet, durmaksızın aşağıya doğru bir iniş kaderinin durmaksızın yukarıya doğru bir çıkış talihine çevrilmesi demektir. Bu, ana yurt toprakları üstünde ilk defa millî bir devlettir. Bu, sadece halk faydasına çalışan, maddî ve manevî halktan aldığının hepsini halk uğruna kullanan ilk millî rejimdir. Cumhuriyet, vatan bütünlüğü, halk birliği, vicdan serbestliği, sınıfsızlık ve imtiyazsızlık, zorsuzluk ve zorbasızlık, şanlı ölümlerin arkasından şerefli bir hayat demektir. Bu milletin fedakârlık etmesini, vuruşmasını ve ölmesini, ümit bağlamasını ve kılavuzlarının peşinde saf tutmasını bilmediği hiçbir tarihi an olmamıştır.
Atatürk’ün, cumhuriyeti devletin siyasî rejimi olarak seçmesinin ilk sebebi, çok uzun süreden beri cumhuriyetin özlemini duymuş olmasındandır. Atatürk gençlik yıllarında, Türkiye’yi modern devlet ve modern toplum olarak gerçekleştirecek tek siyasî rejimin cumhuriyet olduğu inancındadır. Cumhuriyet, Atatürk’ün ve Türk Milleti’nin karakterine uygundur. Cumhuriyet, hürriyet rejimidir, hürriyetlerin en iyi korunduğu ve savunulduğu bir siyasî düzeni ifade eder.
Amerika Birleşik Devletler Başkanı Kennedy Atatürk’ü devrimci lider ve asker olarak övdükten sonra diyor ki: “Çöküntü halinde bulunan bir imparatorluktan hür bir Cumhuriyetin doğuşunu gösteren bir misal daha yoktur!”
Başta Atatürk olmak üzere Cumhuriyeti bizlere kazandıran tüm kahramanlarımızı saygı ve rahmetle anıyoruz. Yazımızı Atamızın gençliğe hitabından alıntıyla bitirelim.
Ey Türk Gençliği!
Birinci vazifen, Türk istiklâlini, Türk Cumhuriyet’ini, ilelebet, muhafaza ve müdafaa etmektir. Mevcudiyetinin ve istikbâlinin yegâne temeli budur. Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda, mevcuttur!
3 Responses
Son 3 paragraf yazıya yakışır final olmuş
Çok güzel yazılmış bir yazı .biraz uzun ama cumhuriyet kurulmadan önce yapılan mücadeleleri güzel anlatılmıştır.
Harun ÖZTÜRK
Tebrik ediyorum, arkadaşım.
Cumhuriyet’in Osmanlı’dan kuruluşuna kadarki sürecini farklı kaynaklardan alıntılarla sunmuşsun.
Çok değerli bir yazı-makale olmuş, emeğine sağlık.