AFGANİSTAN, İSLAM, TALİBAN VE GÜNÜMÜZE ETKİLERİ[1]
(AFGHANISTAN, ISLAM, TALİBAN AND CONTINUOUS EFFECTS)
Afganistan , jeostratejik bakımdan Asya’nın kilidi konumunda olduğundan bu kilidi açan Asya’ya , özellikle Orta Asya’ya hakim olur. Bu gerçekle Afganistan, tarihi boyunca çok farklı egemenlik çatışmalarına sahne olmuştur. Afganistan Orta Asya’nın merkezi konumunda bulunmaktadır. Rusya, Avrasya kıtasının en stratejik ülkesi, Afganistan’ı yaklaşık yüzyıl sonra da olsa 27 Aralık 1979’da hedeflediği şekilde işgal etmiş, ancak başta ABD olmak üzere Avrupa ve İslam Dünyasının şiddetli reaksiyonuyla karşılaşmıştır. Dünyada ender rastlanan bir özellikle, Afganistan’ın sahip olduğu sert coğrafya, bu ülke insanının hem tarihine, hem devlet politikalarına, hem de halkın mizacına yansımıştır.
Bugün Afganistan dediğimiz ülke, Güney Türkistan’dır. Bütün tarih boyunca buralarda Türkler yaşamışlardır. Afganistan’ın bulunduğu coğrafya’da yüzyıllar boyunca birçok Türk devleti kurulmuştur. Bugün ülke nüfusunun büyük bir kısmını oluşturan Özbek, Kazak, Türkmen, Kırgız, Hazara ve Karakalpak Türkleri Afganistan’ın kuzeyi ile Hindikuş dağlık bölgesinde yaşamaktadırlar.
Sovyet Ordusunun Afganistan’ı işgal etmesi, ardından Nato şemsiyesi altında batılı devletlerin Afganistan’ı tekrar işgal etmeleri, Afganistan’ın günümüzdeki jeopolitik konumunu muhafaza ettiğini göstermektedir.
652 yılında başlayan Afganlarla Müslüman ordularının mücadelesi farklı evre ve şekillerde 200 yıl boyunca devam etmiş bu zaman zarfında Afganistan yavaş yavaş Müslümanlaşmıştır. Arap istilasından sonra Afganistan kendilerine “Şah” unvanı veren kabile reisleri tarafından idare edilmiştir. Gazneliler Afganistan’a 997-1150 yılları arasında hükmetmiştir. Afganistan hakimiyeti bir diğer Türk Devleti olan Selçuklulara geçmiştir. Ülke XII. Yüzyılın sonlarına doğru bir diğer Türk devleti olan Harzemşahlar tarafından ele geçirilmiştir.
Afganistan, 8 Ağustos 1919’da Ravalpindi Anlaşmasıyla bağımsızlığını kazanmış ve 20. yüzyılın ilk bağımsız Müslüman ülkesi olmuştur. Amanullah Han ülkede dini reform yapmaya çalışmış fakat gerici çevreler tarafından iktidardan düşürülmüştür. Daha sonra ülke Rusya ile yakınlaşmak zorunda kalmış bu yakınlaşma ülkede komünistlerin iktidarı ele geçirmesi ve rejimi korumak için SSCB’nin Afganistan’ı işgali ile sonuçlanmıştır. On yıl süren işgale karşı direniş ülkede radikal islami oluşumların tabanını oluşturmuştur.
Rus işgali sonrasında direniş grupları birbirleriyle kıyasıya bir iç savaşa başlamıştır. İç savaş ve grupların zalim davranışları ortaya çıkan Taliban örgütünün halkın desteğini de alarak kuvvetlenmesine ve sonunda ülke yönetimini ele geçirmesine sebep olmuştur. Bölgesel bir örgütlenme yapısı olan Taliban El Kaide örgütünün de Afganistan’da barınmasına izin vermiştir. El Kaide terör örgütü dünyada çeşitli eylemler yaptıktan sonra, bu güne kadarki en büyük terör saldırısı olan 11 Eylül 2001 eylemini gerçekleştirmiştir. El Kaide Lideri Üsame bin Ladin ve diğer örgüt mensuplarını iade etmeyen Taliban ABD önderliğindeki koalisyon güçleri tarafından yapılan harekat sonucu devrilmiştir. Afganistan ve Pakistan’da örgütlenen ve tecrübe kazanan radikal İslami terör grupları günümüzde de Orta Doğu ve dünyanın çeşitli yerlerinde yaptıkları eylemler ile problem yaratmaya devam etmektedirler.
ABSTRACT
Afghanistan dominates Asia, especially Central Asia, since it is in the position of a cloak of geostrategic control of Asia. This fact has been the scene of very different conflicts of sovereignty throughout Afghanistan’s history. Afghanistan is at the center of Central Asia. Russia occupied the most strategic country of the Eurasia continent, as it had intended Afghanistan after about a hundred years, on December 27, 1979, but faced the violent reaction of Europe and the Islamic world, especially to the United States. A rare feature in the world, the hard geography that Afghanistan has, has been reflected both in the history of the people of this country, in the policies of the state, and in the mazes of the people.
The country we call Afghanistan today is South Turkistan. Throughout history Turks lived here. In Afghanistan’s geography, many Turkish states have been established for centuries. The Uzbek, Kazakh, Turkmen, Kirghiz, Hazara and Karakalpak Turks, who make up a large part of the country’s population today, live in the northern part of Afghanistan and the Hindikush mountainous region.
The Soviet Army occupies Afghanistan, and then the western states again occupy Afghanistan under the NATO umbrella, demonstrating that Afghanistan retains its present geopolitical position.
The struggle of Afghans and Muslim armies, which started in 652, continued for 200 years in different phases and forms. During this time Afghanistan gradually became Muslim. After the Arab invasion Afghanistan was ruled by tribal chiefs who gave them the title “Shah”. Gaznels ruled Afghanistan between 997 and 1150. The domination of Afghanistan has passed to the Seljuks, another Turkish state. Country XII. Towards the end of the century, another Turkish state, Harzemshahlar, was captured.
Afghanistan gained its independence on 8 August 1919 with the Ravalpindi Agreement and became the first independent Muslim country of the 20th century. Amanullah Khan tried to make religious reform in the country, but was reduced from power by reactionary circles. This rapprochement, which had to close with Russia, eventually resulted in the occupation of Afghanistan by the USSR in order to seize power and protect the regime in the country. Resistance to the ten-year occupation paved the way for radical Islamic formations in the country.
After the Russian invasion, resistance groups began a civil war against each other. The civil war and the brutal behavior of the groups led to the strengthening of the Taliban organization by taking the support of the people and eventually seizing the government of the country. The Taliban al-Qaeda organization, which is a regional organization, has also permitted its shelter in Afghanistan. Since the al-Qaeda terrorist organization has carried out various actions in the world, it has carried out the biggest terrorist attack on September 11, 2001. Al Qaeda Leader Usame bin Laden and other members of the organization did not extradite the coalition forces led by the Taliban US-led coalition forces have been overturned. Radical Islamic terror groups, organized and gaining experience in Afghanistan and Pakistan, continue to create problems with the actions they take in the Middle East and various parts of the world today.
GİRİŞ
1.Afganistan’ın Yeryüzü Şekilleri ve İklimi:
Afganistan, Asya’nın güneyinde, kuzeyde Türkmenistan ile 744 km., Özbekistan ile 137 km. ve Tacikistan ile 1206 km., doğuda Çin Türkistan’ı ile 76 km. ve Pakistan ile 2430 km., batıda ise İran ile 936 km. sınırı bulunan, 647 bin 500 kilometrekare yüz ölçüme sahip bir devlettir. Başkenti Kabil’dir. Kabil’in geçmişte ve günümüzde taşıdığı önemden dolayı çok sayıda araştırmacının dikkatini çekip çalışma yapmalarına sebep olmuştur[3]. Afganistan’ın coğrafi yapısı genellikle üzerinde sıradağların bulunduğu yaylalardan ve yer yer ovalardan oluşmaktadır. Tarım ülkesi olan Afganistan’da, kuraklığın da etkisiyle topraklarının ancak %12’si tarım alanı olarak kullanılabilmektedir. Tarımın yanında hayvancılık da yapılmaktadır. Ülke topraklarının yaklaşık % 46’sı otlak, %3’ü ormanlık, kalanı dağlık ve bozkırdır. Afganistan’ın büyük çoğunluğu, özellikle orta ve kuzeydoğu bölümü, dağlık bir yayladır. Dağların %49’undan fazlası iki bin metreden yüksektir. Bu dağların en büyüğü olan, Kuzey Pakistan’da başlayıp ülkenin merkezini kaplayan ve Kuzeydoğu Afganistan’ın içlerine kadar uzanan Hindukuş Dağları, dünyanın ikinci yüksek dağ sistemidir. Hindukuş Dağları ülkenin kuzeyi ile diğer kesimleri arasında bir sınır gibi durur ve ülkeyi merkez dağlık bölge, güney platosu ve kuzey ovaları olmak üzere, üç farklı coğrafi bölgeye ayırır[4]. Ülkenin doğu kısımlarında bulunan, Vahan Koridoru olarak adlandırılan bölgede dağların yüksekliği 7 bin metreyi bulur. Dağların yanında ülkenin kuzey ve güneybatısında ovalar yer almaktadır. Türkmenistan ve Özbekistan ile sınırı oluşturan ve ülkenin en alçak yeri olan (258.m.) Amu-Derya Nehri boyunca 500 km. uzanan, “Afgan Türkistan’ı” olarak adlandırılan ova, başlıca tarım alanıdır. Ayrıca, kuzeybatıda Badgis, batıda Herat ve İran’a yönelmiş olan Heru Rud Irmağı Ovaları ile Kabil Irmağı Vadisi ve Hilmand Suyu Havzası, ülkenin önemli düzlükleridir. Güneybatıdaki yayla büyük çöllerle ve yarı çöllerle kaplıdır. Hindukuş Dağlarının güney eteklerinde kurak topraklar uzanır, bunların en tanınmışı “Ölüm Çölü”dür. Batı ve Güney Afganistan İran Platosu’nun doğu ucunu oluşturur. Burada yerleşim seyrek, nüfus az, toprak kurak ve çoraktır. Bu bölge yerel dilde Registan (Çöl) olarak bilinir. Bu yörenin tek istisna vaha şehri ise tarihi bin yıllar öncesine dayanan, uygarlık merkezi Herat’tır. Doğu Afganistan Pakistan sınırında, üzerinde ve iki tarafında Peştunlar’ın yaşadığı, Süleyman Dağları bulunur. Bu dağların üzerinde Hindistan kapısı olan ünlü Hayber Geçidi vardır. Afganistan’da bugüne kadar 1962 ve 1974 yıllarında iki nüfus sayımı yapılmıştır. Bu sayımlarda genel olarak ülke nüfusu hakkında bir sonuç alınmış olsa da, etnik dağılım ile ilgili veriler gerçekçi değildir. Bu duruma, ülkede yaşayan değişik etnik unsurların, kendi nüfuslarını fazla göstermek için gösterdikleri çaba etkili olmuştur. Diğer yandan bu iki nüfus sayımı verilerinin birbiriyle de çeliştiği görülmektedir. 1962 sayımında ülkenin nüfusu yaklaşık 15 milyon 200 bin olarak belirlenirken, 1974 sayımında yaklaşık 20 milyon olduğu tespit edilmiştir. Afganistan nüfusu 2005 Temmuz itibari ile 29 milyon 900 bin olarak tahmin edilmektedir. 1978 yılından itibaren, yaşanan savaşlarda genç erkek nüfusunun büyük bölümünün öldüğü veya sakat kaldığı ülkede uzun süre sayım yapılamamıştır. Kesin olmayan 2004 yılı tahminlerine göre nüfusun yaklaşık %51’i erkek %49’u kadındır. Yine 2005 verilerine göre, nüfusun %44.7’si 0-14 yaşlarında, %52.9’u 15-64 yaşlarında ve %2.4’ü de 65 üzeri yaştadır. Ortalama yaşam süresi tahminen, kadın ve erkeklerde yaklaşık aynı düzeyde olmak üzere, 42 yıl ve nüfus artış hızı %4,92’dir[5].
Denize kıyısı olmayan Afganistan’ın iklimi kışları soğuk, yazları sıcak, kurak ve yarı kuraktır. Hindukuş Dağları ülkeyi kuzeydoğudan güney batıya doğru bölerek ülkenin kuzey eyaletlerini geri kalan kısmından ayırır. Buranın tek geçidi Salang geçididir[6]. Ülkenin en yüksek yeri Çin’e doğru uzanan kuzeydeki Wakhan koridorundaki Noshak Tepesi (7.485 m.), en alçak yeri kuzeydeki Amu Derya Nehridir (258 m.). Ülke Hindukuş Dağlarında sık sık meydana gelen depremler, kuraklık ve sel felaketlerinin tehdidi altındadır. Temiz su kaynaklarına ulaşım sınırlı, toprak erozyonu ve ormanların yok olması yüksek seviyededir.
Ülkenin coğrafi özellikleri ve iklim koşulları, ekonomisini olumsuz olarak etkilemekte ve ülke dünyanın en az gelişmiş ülkeleri sıralamasında üst sıralardan kurtulamamaktadır[7].
2.Afganistan’ın Jeopolitik ve Stratejik Durumu
Ülkelerin dünya üzerinde işgal ettikleri toprak parçaları, geleceklerine doğrudan etki yapar. Geçmişlerine de etki yaptığı gibi. Yaşadıkları topraklar avantaj ve dezavantaj sunacak konumda olabilir. Devletlerin kurulduğu alanlar, onları tehditler içerisine bırakabileceği gibi kazançlı bir halede getirebilir[8].
Afganistan, jeostratejik bakımdan Asya’nın kilididir. Bu kilidi açan Asya’ya , özellikle Orta Asya’ya hakim olur. Bu gerçekle Afganistan, tarihi boyunca çok farklı egemenlik çatışmalarına sahne olmuştur[9].
Ortak tarihi ve kültürel benzerliğinin yanında coğrafi olarak da Afganistan Orta Asya’nın bir parçasıdır. Orta Asya, coğrafi olarak, çok farklı şekillerde tanımlanabilir: İstanbul’dan Çin’e kadar bir bölgeyi tarif etmek için kullanılabileceği gibi, Amuderya ve Sirderya nehirleri arasındaki bölgeye, yani Meveraünnehir bölgesine karşılık da kullanılabilmektedir. İdari ve siyasi olarak ise Sovyetler Orta Asya’yı Türkmenistan, Özbekistan, Kırgızistan ile Kazakistan devletlerinin sınırlarını içine alan bölge için kullanılmıştır.
Etnik çeşitlilik ve büyük güçlerin mücadele ve rekabet alanı olan Balkanlar’dan esinlenerek, “Avrasya Balkanları” adıyla tanımlanan, ancak Balkanlar’a oranla daha kalabalık, dini ve etnik açıdan daha karışık olan Orta Asya, Güney Asya, Basra Körfezi ve Ortadoğu’yu içine alan coğrafi bölge, Brzezinski tarafından, küresel istikrarsızlığın merkezi olarak görülmektedir. Brzezinski’ye göre Avrasya Balkanları’nda bulunan sorunlu 9 ülkeden birisi de Afganistan’dır.
Jeopolitik olarak önemli olan bu bölgenin en önemli özellikleri, güç boşluğu ve güç elde etme imkanının olmasıdır. Bölge önemli bir ekonomik kaynak bölgesi olarak da tanımlanmaktadır. Altın dahil, önemli minerallerin olduğu, doğalgaz ve petrol açısından zengin olan Avrasya Balkanları’na hakim olmak isteği, yayılmacı düşünceleri ortaya çıkartıp, uluslararası mücadeleyi hızlandırmaktadır. Afganistan işte böyle bir hakimiyet güdüsünün sıçrama tahtası konumundadır[10].
Dünya haritasına kabaca bir göz atıldığında, Asya Kıtasının Doğu–Batı ve Kuzey Güney geçiş noktasında yer alan Afganistan’ın stratejik olduğu kadar fiziki olarak da “Asya Kıtasının anahtarı ve kalbi” hükmünde olduğu görülecektir. Çin, Orta Asya Türk Cumhuriyetleri, Rusya, Pakistan ve İran arasında yer alan Afganistan bu konumuyla İç Asya, sıcak sular, Hint Alt Kıtası ve Ortadoğu’ya çıkış için tek kavşak noktası konumunda bulunmaktadır.
Bu nedenle, küresel güç olma siyaseti güden Pers İmparatoru Büyük Dara (M.Ö 500), Büyük İskender (M.Ö. 320) ve Timurlenk (M.S.1400)’ten başlayarak, günümüze kadar küresel çatışmaların Afganistan üzerinde düğümlendiği görülmektedir. Örneğin, Rusya ve İngiltere arasında 19. Yüzyılda yaşanan çatışmaları tanımlamak için uluslararası ilişkilerde kullanılan “Büyük Oyun” Afganistan üzerinde yaşanmıştır. Rusya, Avrasya kıtasının en stratejik ülkesi[11], Afganistan’ı yaklaşık yüzyıl sonra da olsa hedeflediği şeklinde işgal etmiş, ancak başta ABD olmak üzere Avrupa ve İslam Dünyasının şiddetli reaksiyonuyla karşılaşmıştır. 19. yüzyılda Afganistan’ın jeostratejik önemi, Rusya’nın sıcak sulara inme çabası ve İngiltere’nin en zengin sömürgesi olan Hindistan’ı koruma görevinden kaynaklanmaktaydı. Bunun, 20. yüzyılda Batı ve Doğu blokları arasında tampon bölge görevinde oluşundan, 21. Yüzyılda ise Orta Asya petrol ve doğalgazının, dünya piyasalarına taşınması için geçiş yolu ve ABD’nin geleceğin tehdit odakları olarak gördüğü İran, Hindistan, Çin ve Rusya’nın arasında “üs” olmasından kaynaklandığı görülmektedir[12].
Dünyada ender rastlanan bir özellikle, Afganistan’ın sahip olduğu sert coğrafya, bu ülke insanının hem tarihine, hem devlet politikalarına, hem de halkın mizacına yansımıştır. Bir yandan İran-Arap Denizi-Hindistan, diğer yandan Orta Asya-Güney Asya arasında bir kavşak noktası oluşturan konumu, bu ülkeye tarih boyunca büyük önem kazandırmıştır[13].
Afganistan’ın jeopolitik konumu ve coğrafi yapısı, Afgan devletinin oluşumunda kendine özgü bir yapının oluşmasına yol açmıştır. Ülke, Asya’nın en uzun süren üç medeniyetinin ortak etkilerine maruz kalmıştır. Bunlar Hint, Çin ve İran-İslam medeniyetidir. Aynı zamanda, başta Hint-Aryanlar, Türkler (Hun, Gazneli, Harzemşah, Timur, Babür, Özbek ve Türkmen) ile Moğollar olmak üzere, Orta Asya’nın pek çok göçebe halklarının geçici yerleşimine sürekli olarak açık olmuştur. Bugün Afganistan dediğimiz ülke, Güney Türkistan’dır. Bütün tarih boyunca buralarda Türkler yaşamışlardır. Ancak Birinci Cihan Harbi’nden sonra bazı Afgan Kabileleri Hindikuş Dağlarından inerek buraları işgal etmişler ve burada tampon bir devlet kurmuşlardır. O zaman İngilizler Hindistan’da, bulunuyordu, Hindistan bir İngiliz sömürgesiydi. Ruslar da Türkistan’daydılar İngilizler ve Ruslar doğrudan doğruya kendileri hudut olmak istememişlerdir. Her ikisi de aralarında zayıf bir tampon devlet bulunmasını o zamanki siyasetlerine daha uygun görmüşler ve Afgan kabilelerini kışkırtarak orada bir Afgan devleti kurdurmuşlardır. Afganistan’ın bulunduğu coğrafya’da yüzyıllar boyunca birçok Türk devleti kurulmuştur. Bugün ülke nüfusunun büyük bir kısmını oluşturan Özbek, Kazak, Türkmen, Kırgız, Hazara ve Karakalpak Türkleri Afganistan’ın kuzeyi ile Hindikuş dağlık bölgesinde yaşamaktadırlar. Çöller, dağlar, sulak ovalar ve çamlık tepelerle değişik bir bitki örtüsüne sahip bu ülkede şartlar bölgeden bölgeye, hatta vadiden vadiye bile değişiklik göstermektedir[14].
Afganistan, Avrasya’nın ortasındaki domino taşıdır. Afganistan, Avrasya’nın sıklet merkezidir. Afganistan’a hakim olacak güç Avrasyanın kalpgahına yerleşecektir[15].
Afganistan coğrafi itibariyle Orta Doğu ile Uzak Doğu arasında bir köprü ve geçiş yeridir. Gerek kuzeyden gelen gerekse güney ve batıdan gelen istilacı kavimler gözünde aşılamayan dağlarıyla, savaşçı kavmiyle tarih boyunca oldukça önemli stratejik bir özellik arz etmiştir. Kuzeyden gelenler için Hindistan ve İran’a güneyden ve batıdan gelenler için Orta Asya ve daha kuzeye bir kapı olması ve Rusya için sıcak denizlere inen yol üzerinde olması sebebiyle stratejik önemini her zaman korumuştur. Coğrafi ve stratejik konumundan dolayı tarih boyunca Afganistan sömürgeci ve emperyalist devletlerin hedefi haline gelmiştir. Tarihten günümüze kadar Afganistan defalarca istilaya ve işgale uğramıştır. Bütün bu saldırı ve istilalarda Afgan halkı büyük maddi ve manevi zararlara maruz kalmış, kitlesel ölümler yaşanmıştır. Ülke harap olmuş, şehirler, kasabalar, tabii, tarihi varlıkları yok olmuş ve yıkılmıştır. Yabancı güçlerin işgal ve istilaları her seferinde Afgan halkının direnişi karşısında sona ermiştir. Bu işgal ve saldırılar maddi zararların yanında ülkenin toplumsal yapısı ve halkın sosyolojik karekteri üzerinde olumsuz etkiler bırakarak büyük toplumsal travmalara sebep olmuştur[16].
Orta Asya’yı Güney Asya’ya bağlayan ana geçiş noktası olan ve Çin, İran, Hindistan gibi içinde bulunduğumuz yüzyılın önemli stratejik ülkeleri ile yakın komşuluk ilişkileri halinde bulunan Afganistan, yüzyıllar boyunca iç ve dış tehdit, işgal, karışıklık, terör, uyuşturucu üretimi ve kaçakçılığı, buna bağlı olarak ortaya çıkan yaklaşımlarla gündeme gelmiştir. Günümüzde de bu yaklaşım ve algılamalar devam etmektedir. Son 30 yıldır sürekli iç ve dış müdahalelerle altyapısı ve devlet sistemi çöken ülkede, genel bir asayişsizlik, güvensizlik ve hukuk dışılık söz konusudur[17].
Her şeyden önce şu noktanın altını çizmekte fayda vardır: Afganistan, Avrasya coğrafyasının güneydoğu ucunun önemli bir kısmını oluşturmaktadır. Bu nedenle, Afganistan’ın jeopolitik önemi, Avrasya coğrafyasına hakim olmak isteyen bölgesel ve küresel güç dengelerinin amaç ve taktikleri doğrultusunda açıklanabilir[18].
Sovyet Ordusunun 27 Aralık 1979 tarihinde Afganistan’ı işgal etmesi, ardından Nato şemsiyesi altında batılı devletlerin Afganistan’ı tekrar işgal etmeleri, Afganistan’ın günümüzdeki jeopolitik konumunu muhafaza ettiğini göstermektedir[19].
- Tarih İçerisinde Afganistan
A.İlkçağlarda Afganistan:
Afganistan, sahip olduğu coğrafi konumdan dolayı tarih boyunca çeşitli milletlerin istila ve işgaline maruz kalmıştır[20]. MÖ 2000-1000 yılları arasında Aryanlar kuzey Afganistan’dan kuzey Hindistan’a göç etmişlerdir[21].Zerdüşt dini MÖ. 6. yüzyılda ortaya çıkmıştır[22]. İlk tarihi kayıtlara göre, Avrasya’dan Orta Doğuya ve Güney Asya’nın muson topraklarına doğru akın rotası üzerinde yer alır. Fakat yazılı tarihe göre bölgeye, Ari saldırısından başlayarak M.Ö.2000 yılında iki yüz küçük, en az on üç büyük akın olduğu bilinmektedir[23].
Asya’nın istila yollarından birinin üzerinde bulunan Afganistan’ın bu stratejik konumundan ilk faydalanan millet eski İranlılar olmuştur. M.Ö. 500 yılında İran şahı Dara (I. Darius)’nın orduları Afganistan’ı işgal ederek İndus vadisine inmeye çalışmışlar ve ülke yaklaşık 200 yıl İranlıların hakimiyeti altında kalmıştır. İran hakimiyeti yine Batı’dan gelen bir diğer müstevli olan Makedonya kralı büyük İskender tarafından yıkılmıştır. (M.Ö. 331) Afganistan’a daha sonra yine bir Yunan menşeli olan Baktriana (Belh)devleti hakim olmuştur(M.Ö. 187). Bu hakimiyetin başlamasından yaklaşık yüzyıl kadar sonra Baktriana devleti, M.S. 50 yılında yıkılmıştır.[24]
Afganistan’daki son Yunanlı Kral Hermaeus, M.S. 45 yılına doğru Kuşanların egemenliğini kabul etmiştir. Sakalar Büyük İskender’in haleflerinden bir Yunanlı prensin elindeki Baktriya’yı işgal etmişlerdir. Ancak Yüe-Çi baskısı devam edince buradan da çıkmak zorunda kalmışlardır[25].
Batılı müstevlilerin hakimiyetinin yıkılmasının ardından Afganistan devamlı olarak kuzeyden gelen kavimler tarafından hakimiyet altına alınmıştır. M.S. 50-125 yılları arasında Türk oldukları tahmin edilen Sakalar (İskitler), M.S. 125-480 yıllarında Kuşanlar ülkeye hakim olmuşlardır. 480 yılından sonra ise Afganistan’a, Ak-Hunlar olarak da bilinen Halaç Türkleri gelerek bir asır kadar yaşayacak bir devlet kurmuşlardır. 569 yılında Gök Türklerden aldıkları darbe neticesinde zayıflayan Ak-Hun devleti VI. Yüzyılın sonlarına doğru sona ermekle birlikte Ak-Hunlar ülkeyi terk etmeyerek Halaçlar olarak orada yaşamaya devam etmişlerdir.[26]
B.İslam Hakimiyeti Döneminde Afganistan: İslam ordusu 642 yılında Sasani İmparatorluğu’nu kesin olarak yenmesinin ardından Sasani İmparatoru Yezdgerd Afganistan’a sığındı. İslam ordusu onu takip edince, Afganlılar Müslümanlara itiraz etmediler. Çünkü eski düşmanın yeni misafir eliyle ortadan kalkmasına itirazları yoktu. Yezdgerd Türklerle birlikte giriştiği savaşta Müslümanlara yenildi. Çin İmparatorluğu da Sasani sultanına yardım etmedi. Afganlar bu fırsatı kaçırmadılar ve hicri 651 yılında Yezdgerd’i öldürdüler. Bu şekilde Afganlar ülkelerini dönemin üç gücü olan Sasani, Türk ve Çin hâkimiyetinden kurtarmış oldular. Ancak bu kez yeni ve güçlü bir rakipleri vardı: İslam ordusu. 652 yılında başlayan Afganlarla Müslüman ordularının mücadelesi farklı evre ve şekillerde 200 yıl boyunca devam etti. Bu zaman zarfında Afganistan yavaş yavaş Müslümanlaşırken Emevi ve Abbasi saltanatları da Büyük Horasan denilen tarihsel Afganistan topraklarında çıkan olaylardan fazlasıyla etkileniyordu. Örneğin Horasan topraklarından çıkmış olan Ebu Müslim Horasani Emevilerin yıkılıp yerine Abbasilerin kurulmasında başat rol oynamıştı.[27] Din, batı bölgelerinde güçlü bir tutum izledi, çünkü yerel Afgan aşiret reisleri, Emevi Hükümdarlığının gönderdiği Arap Müslüman valilere illerini yönetmelerine izin verdi.
Afganistan’a ilk Müslüman Arap saldırıları 652-664 yılları arasında olmuştur[28]. VII. asrın sonlarına doğru Afganistan, İslamiyet’i yayan Arap ordularının eline geçmiştir. Afganistan bölgesinin İslam orduları tarafından fethi iki koldan olmuştur. Horasan bölgesinde yer alan Herat ve Belh[29] şehirlerine yapılan fetih hareketleri Sistan’a göre daha önce yapılmıştır. Dolayısıyla Afganistan’ın İslam orduları tarafından fethedilmesinin başlangıcı, Sistan ve Kabil şehrinin fethiyle değil, Horasan’ın önemli şehirleri olan Herat ve Belh şehirlerinin fetihleriyle başlamıştır. Araplar bu dönemde büyük ölçüde Türklerle mücadele etmek zorunda kalmışlardır. Çünkü bu dönemde bugünkü Afganistan’ın Kuzeybatı kesimini oluşturan bölgeler tamamen Türklerin hakimiyeti altında bulunuyordu. Araplar ülkede uzun zaman kalmamalarına rağmen İslamiyet, Afganistan’da hızla yayılmıştır[30]. Belh Şehri geçmiş zamanların kavşak noktasıdır[31].
Afganistan hakimiyetine yönelik Halife Osman Dönemindeki ilk girişimden sonra Muaviye Döneminde (661-680), Abdurrahman bin Samura, daha sonra 698 yılında Ubeydullah Bin Ebubekir ve 700 yılında Abdurrahman bin el-Aş’as komutasındaki ordular Kabil’in zapt edilmesi maksadıyla görevlendirilmişlerdir. Bununla birlikte, başlangıçta Arap ordularının inanç coşkusu ile kolayca elde ettiği başarıların 715 yılından sonra genel olarak daha güç kazanılır hale gelmesi, Afganistan’da VII. yüzyılda başlayan İslami yayılmanın VIII. yüzyıldan sonra yaklaşık yüz elli yıllık bir fasılaya uğramasının nedenlerinden biridir (Mcneill 338). Ayrıca, İran Platosu, Orta Asya ve Hindistan Alt Kıtası arasında bu üç istikamete bağlantı sağlayan stratejik özelliği ile Kabil Vadisi, yükselen İslamiyet dalgasına karşı uzun yıllar direniş merkezi olmuştur[32].
Arap istilasından sonra Afganistan kendilerine “Şah” unvanı veren kabile reisleri tarafından idare edilmiştir. Bu durum İran’da kurulan Samaniler Devleti’nin, IX. asrın ikinci yansında Afganistan’ın büyük bir kısmını işgal edene kadar devam etmiştir. O devirde Samani ordularının büyük bir kısmı Türklerden meydana geliyordu[33].
Orta Asya’da VI. yüzyılda kurulan Göktürk Kağanlığı nedeniyle Çinlilerin topraklarını batıya doğru genişletmekten ziyade ülkelerinin güvenliğine yoğunlaştıkları anlaşılmaktadır. İslam ordularının VII. ve VIII. yüzyıllarda Afganistan üzerinden Orta Asya’ya yayılma çabaları da Çin’deki Tang Hanedanının politikalarını olumsuz etkilemiştir. Bu bağlamda Çinlilerin Orta Asya’da İslam ordularına karşı 751 yılındaki Talas Savaşı’nda aldıkları yenilgi de bir dönüm noktası olmuştur[34].
- Gazneli Hakimiyeti Döneminde Afganistan:
Gazneliler Afganistan’a 997-1150 yılları arasında hükmetmiştir[35]. Alp Tigin’in Samani Hükümdarı Abdülmelik’in halefi Al-Mansur’a isyanı ve peşinden gelişen olaylar Gazne’de bir Türk devletinin kurulmasına zemin hazırlamıştır. Yerel Lavik hanedanı idaresine son veren Alp Tigin daha sonra Zabilistan vilayetini de ele geçirmek suretiyle müstakil bir devletin ilk temellerini atmıştır[36].
- asrın sonlarına doğru Samani Devleti’nin zayıflaması üzerine Samani ordularında vazife gören Türkler ayrılarak Sebüktigin önderliğinde Afganistan’daki Gazne şehri merkez olmak üzere Gazne Devleti’ni kurdular. Gazne Devleti’ni kuran Türkler kısa zamanda Afganistan’daki Halaç Türkleri ile birleşerek ordularını daha da kuvvetlendirdiler. Bununla yetinmeyen Gazneliler, Afgan kabilelerinden de ordularına süvariler alarak kısa zamanda Afganistan ahalisi arasında büyük bir kaynaşmayı sağladılar. Özellikle Gazneli Mahmud (999-1030) zamanında Türk-İslam nüfuzu Afganistan’a iyice yerleşmiş ve hatta Hindistan’a kadar yayılmıştır. Türkler toplu olarak ilk defa Gazneli Mahmut zamanında topluca Hindistan’a geçmişlerdir[37]. Gazneliler Afgan kabilelerinden de asker toplamak suretiyle kısa sürede Afganistan halkı arasında büyük bir kaynaşmaya neden oldular. Özellikle Gazneli Mahmut Döneminde (999-1030) Türk-İslam nüfusu Afganistan’da iyice yer edindiği gibi Hindistan’a da uzanmıştır.[38]
Gazneli Mahmud’un halefi oğlu Mesud 1040 yılında Selçuklulara Dandanakan’da mağlup olunca Afganistan hakimiyeti bir diğer Türk Devleti olan Selçuklulara geçmiştir. Ancak son Selçuklu hükümdarı Sultan Sencer’in ölümü üzerine Gurlular kısa bir süreliğine Afganistan’a hakim oldular. Gurluların ülkedeki hakimiyeti XII. Yüzyılın sonlarına doğru bir diğer Türk devleti olan Harzemşahlar tarafından ele geçirilmiştir[39].
Özellikle Gazneli Mahmud (999-1030) zamanında Türk-İslam nüfuzu Afganistan’a iyice yerleşmiş ve hatta Hindistan’a kadar yayılmıştır. Türkler toplu olarak ilk defa Gazneli Mahmut zamanında topluca Hindistan’a geçmişlerdir. Gazneliler Afgan kabilelerinden de asker toplamak suretiyle kısa sürede Afganistan halkı arasında büyük bir kaynaşmaya neden oldular. Özellikle Gazneli Mahmut Döneminde (999-1030) Türk-İslam nüfusu Afganistan’da iyice yer edindiği gibi Hindistan’a da uzanmıştır.
Bundan sonra bölgenin dini tamamen İslam olmuştur.
Afganistan, 8 Ağustos 1919’da Ravalpindi Anlaşmasıyla bağımsızlığını kazandı ve 20. yüzyılın ilk bağımsız Müslüman ülkesi oldu.
D.Afganistan’da Dini Reform Çalışmaları:
Yenilikçi bir lider olan Amanullah Han’ın ilk işi Afganistan’ın içte ve dışta bağımsız bir ülke olduğunu ilan etmek olmuştur. Kral daha sonra gizlice faaliyet gösteren Meşrutiyetçi Partinin üyelerinin de içinde bulunduğu siyasi suçluların serbest bırakılmasını sağlamış ve yeni yapılandırılmış olan yasama konseyine ve kilit idari pozisyonlara liberalleri atamıştır.[40] Amanullah Han’ın liberal bir siyaset izlemesi çağındaki dönüşümü doğru çözümlediğine ilişkin bir işaret olmuştur. Çünkü o dönemde İslam dünyasında monarşik ve otokratik yönetimler çözülme sürecine girmiş ve meşruti krallık düşüncesi egemen olmaya başlamıştı. Nitekim Osmanlı Devleti’nde de, meşrutiyetin ilanı ile başlayan modernizasyon süreci, devrimcilerin geleneksel otoriteleri tasfiye etmesine ve imparatorluk yapısından ulus-devlet yapısına geçilmesine neden olmuştur. Bu açıdan değerlendirildiğinde Amanullah Han’ın durumunda bir tezat oluşmuştur. İktidarının meşruiyeti geleneksel egemenlik düşüncesine dayanmış lakin o, yenilikçi bir lider olarak iktidarının kaynağını halka dayandırmak istemiştir.[41]
Amanullah Han ülkesinin ulusal birliğini sağlamayı, tek bir siyasal merkezin ülkeyi yönetmesini ve siyasal merkezin önderliğinde ülkesini çağdaşlaştırmayı hedef olarak seçmiştir.
Oysaki onun bu modernleşme projesinin önünde, kabileler tarafından kontrol edilen halk yığınları ve dinsel liderler tarafından yönlendirilen ve yeniliklere direnç gösteren kitlelerden oluşan bir set oluşmuştur. Ülke içerisindeki dengeler, adeta pamuk ipliğine bağlı olıp, diğer yandan dış politikada İngiltere ile olan ilişkiler Kralın bağımsızlık ilan etmesinden sonra bozulmaya başlamıştır. Özellikle Hindistan’ın İngilizlere karşı olan direnişine Afgan Kralının verdiği destek, sonuçta iki ülke kuvvetlerini karşı karşıya getirmiş ve İngilizler, 11 Mayıs 1919’da Afganlara saldırıya geçmiş, 24 Mayıs 1919’da da Kabil bombalanmıştır. Bir yanda kuvvetler arasındaki çatışmalar devam ederken, diğer taraftan da ateşkes yapılması için diplomatik çözüm için yoğun bir çaba harcanmıştır. Barış görüşmeleri sonucunda 8 Ağustosta Ravalpindi Antlaşması imzalanmıştır. Afganistan açısından bakıldığında bu antlaşmanın en önemli sonucu, İngiliz Hükümetinin Afganistan’ı resmen tanıması olmuştur. Beş maddelik bu antlaşma ile Afganistan içişlerinde ve dışişlerinde bağımsızlığını kabul ettirmiş ve İngilizlerle dostça ilişkilerin sürdürülmesi hususunda anlaşmaya varılmıştır. Hindistan açısından da Afganistan’ın bağımsızlığını onaylattırması bir zafer olarak kabul edilmiştir.[42]
İç isyanları bastırdıktan sonra iyice güçlenen Rusya’daki Bolşevik rejim ise Afganistan’a göz kırpmaya başlamış, Kral Amanullah Han da kendi tahtını korumak ve ülkesinin bağımsızlığını sürdürmek için Rusya ile yakınlaşması gerektiğinin farkına varmıştı. Bölgede yardım alabileceği başka bir ülke de yoktu.
Afgan Kralı iktidara geldikten kısa bir süre sonra Moskova’ya bir mektup yollayarak ilişkileri geliştirme önerisinde bulunmuş, Amanullah Han mektubunda Lenin’e “Büyük Rusya Cumhuriyeti’nin Ulu Önderi” diye hitap etmiştir. Rusya ilk adım olarak Kral Amanullah Han’ın iktidarını ve Afganistan’ın bağımsızlığını tanıdığını açıklamıştır. Amanullah Han 27 Kasım 1919 tarihinde Lenin’e ikinci bir mektup yazarak yardım önerilerinden dolayı Rusya’ya minnettarlığını ifade etmiş, Lenin ise Krala yazdığı cevabî mektubunda Amanullah Han’dan “dünyadaki tek bağımsız Müslüman ülkenin lideri” olarak söz etmiş ve Afganistan’a esaret altındaki tüm Müslüman halkları kendi etrafına toplamak ve bağımsızlığa giden yolda onlara rehberlik etmek gibi son derece tarihi bir görevin düştüğünü belirtmiştir. Yeryüzünün en büyük emperyalist gücü İngiltere’ye karşı Afganistan’la Rusya’nın ortak mücadeleyi sürdürmesi gerektiğini belirten Lenin, iki komşu ülkenin dostluk antlaşması imzalamasını ve İngiltere’ye karşı Afganistan’a askeri yardım vermeyi de teklif etmiştir.[43]
Uzun yıllardan beri Afganistan’a sızmak isteyen Ruslar, Amanullah Han zamanında Afganistan’a nüfuz edebilmek için yeniden harekete geçmiş, Afgan Emirinin davetini fırsat bilerek yeni kurulan “Afgan Hava Kuvvetlerinin personelini yetiştirecek eğitimci” adı altında pek çok Marksist subayı Afganistan’a yerleştirmeye muvaffak olmuştur.[44](Bu arada Eylül 1920’de bir Rus heyeti Kabil’e gelmiştir.)[45]
Türk dış politikasında, bağımsızlığını henüz elde edememiş ya da sömürgeci devletlerin hedefleri arasında yer alan ülkeler, özellikle de Müslüman ahaliye sahip memleketler önem ve öncelik kazanacaktır. Bunların başında da Afganistan gelmektedir.[46]
Türkiye’nin Kurtuluş Savaşı’nda Afganistan’ın özel bir önemi olmuştur. 1 Mart 1921’de Moskova’da imzalanan anlaşmayla Afganistan hem Anadolu Hükümetini ilk tanıyan hem de Ankara’ya diplomatik temsilci gönderen ilk ülke olmuştur. Türkiye de Afganistan da o yıllarda İngiliz emperyalizmiyle karşı karşıya kalmışlardır. Aralarındaki dostluğun ve dayanışmanın en önemli sebebi de bu olmuştur.[47]
Rusların destekleyeceği bir Afganistan’ın İngiltere için yaratacağı tehlike çok büyüktü. Buna bir de Türkistan ahalisi destek verirse, Asya’da sömürgeciliğin sonu getirilebilirdi.
Afganistan’ın İngiltere’yi tedirgin eden konumundan yararlanmak isteyen Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti bu ülke ile temas kurmakta gecikmemiştir. Aslında Türkler ile Afganlar arasında herhangi bir çıkar çatışması bulunmadığı gibi temelleri epeyce gerilere giden tarihi ve dini bağlar da mevcuttu. O sebeple Mustafa Kemal İngiltere ve müttefiklerine karşı büyük bir mücadeleye hazırlanırken, Abdurrahman Bey’i de elçi olarak bu ülkeye göndermiştir.[48] Böylelikle Milli Mücadele’de karşılıklı resmi temasa geçilen ilk ülke Afganistan olmuştur. İngiliz kaynaklarına bakılırsa bu ilişki daha Türkiye Büyük Millet Meclisi açılmadan başlamıştır. O dönemde Mustafa Kemal ve arkadaşları Ankara’da bol silah ve mühimmat toplayarak büyük bir savaşa hazırlanırken aynı zamanda Bolşevikler ile Suriye’de Yasin Paşa vasıtasıyla temas sağlanmış, Afganistan ve Hindistan’a heyet gönderilmiştir. İngilizlerin bu iddialarını ciddiye almak pek mümkün görünmemektedir. Yalnız, Büyük Millet Meclisi Hükümetinin Afganistan’a temsilci göndermesi fikri de stratejik bir yaklaşım olup, uluslararası alanda dayanışma ve yardımlaşma yoluyla destek sağlamaya yönelik bir hareket olmuştur.[49]
18 Ağustos 1920 tarihli bir İtimatname ile Nahcıvan-Moskova yoluyla, Temmuz 1921’de Kabil’e varabilen Abdurrahman Bey[50] işbirliği teklifiyle birlikte Mustafa Kemal’in bir mektubunu da Afgan Emiri Amanullah Han’a ulaştırmıştır. Bu mektupta I. Dünya Harbi’nde savaşan tarafların az çok sulha ulaştıklarına işaretle, batılı Hıristiyan milletlerin bu arada hilafeti de elinde bulunduran Türklere karşı hala savaşı sürdürmek istedikleri belirtilmiş ve buna sebep olan İngiltere’nin aynı zamanda Afganistan’ı da tehdit ettiğine dikkat çekilmiştir. Aslında Afgan Emiri de bu tehdidin farkına varmış ve bu sebeple Sovyetlere yaklaşmıştır. Bu arada devletini Avrupa’da temsil etmek ve anlaşmalar yapmak üzere gönderdiği Türk asıllı Muhammed Veli Han, 28 Şubat 1921’de Moskova’da bir dostluk anlaşması imzalamıştır. Bu sırada Bekir Sami Bey başkanlığındaki Türk heyeti de Moskova’ya gitmiştir.
İslam ülkeleri arasında çeşitli paktlar yaparak İngilizlere karşı bir blok oluşturmaya çalışan Rusya’nın ısrarıyla bir araya gelen Türk ve Afgan heyetleri 1 Mart 1921’de Türk-Afgan İttifak Muahedenamesi’ni imzalamışlardır. Bu antlaşmaya göre, Türkiye Afganistan’ın bağımsızlığını açıkça, bu ülke ise Türk Devleti’nin temsilcisi olarak Ankara Hükümetini dolaylı olarak tanımıştır.
Türk-Afgan Antlaşması’nda dikkati çeken en belirgin husus, ilk kez bir antlaşmada doğu topluluklarının uyanışından, bağımsızlık ve özgürlüklerinden söz edilmesi olmuştur. Yine bu antlaşmaya göre, Türkiye ilk defa bir ülkeye eğitim yardımı yapacaktır ki, bu yardımlar uzun yıllar devam etmiştir. Neticede bu antlaşma Türkiye ile Afganistan arasındaki diplomatik ilişkileri düzenlemekle kalmamış, daha onaylanmamış olan Gümrü Antlaşması bir yana bırakılırsa Büyük Millet Meclisinin hukuki açıdan geçerli ilk uluslararası antlaşması olma hüviyetini de kazanmıştır.[51]
Milli Mücadele döneminde Afganistan’a bir askeri heyet gönderme fikri ilk defa Cemal Paşa’nın 16 Haziran 1920’de Mustafa Kemal’e yazdığı bir mektupta dile getirilmiştir.[52] Bu husus Cemal Paşa’nın daha sonraki mektuplarında da ısrarla tekrarlanacaktır. Ama Mustafa Kemal bunlara cevap verdiği 27 Ekim 1920 tarihli mektubunda Cemal Paşa’nın faaliyetlerine teşekkür etmekle beraber Afganistan’da yeterli derecede askeri kuvvet meydana getirebilecek ciddi bir milli teşkilatın lüzumunun kendisi tarafından da takdir edildiğini, bunun için her türlü yardımın yapılmasını canı gönülden istediğini, ancak dört tarafı düşmanla sarılan anavatanın savunulmasının her şeyden üstün olduğunu, Anadolu’ya geçen subayların ihtiyacı ancak karşılayabilmeleri sebebiyle şimdilik subay isteğini karşılamanın mümkün olamayacağını ifade etmiş, Afganistan ve Hindistan’daki faaliyetlerinin de Ankara’nın bilgisi ve talimatı doğrultusunda olmasının gereğini vurgulamıştır.[53]
Türkiye’nin paylaşılması Afganistan’da ve Afganistan-Hindistan sınırındaki kabileler arasında olağanüstü infiallere sebep olmuştur. Bu konuyla ilgili Times gazetesindeki başmakalede “İttifak Devletleri Türkiye’yi parçalarken, Afganistan’ın içinde bulunduğu İslam halklarının tepkisini hesaba katmak zorunda kalmaktadır.” denilmiştir.[54]
Türkiye, 1920’de gönderdiği ilk subay heyetinden sonra, 1920’li ve 1930’lu yıllarda çok sayıda subay, öğretmen, doktor ve mühendisi Afganistan’a göndermiştir. Böylelikle Afganistan’ın kaderine olumlu etkilerde bulunmak istemiş ve mümkün olduğunca her alanda Afganistan’ı desteklemeye çalışmıştır.
Türk-Afgan ilişkilerinin en parlak olduğu dönem Atatürk devridir. Amanullah Han, tam bağımsızlığını ilan ettikten sonra ülkesinde modernleşme hareketlerine başlamış özellikle de Atatürk’ün önderliğinde çağdaşlaşma hamlesi başlatan Türkiye’yi kendisine örnek almıştır. Mustafa Kemal Atatürk yeni, modern ve çağdaş Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni kurarak kendisine Batıdaki gelişmeleri hedef alırken Doğudan da ilgisini kesmemiş, Türkiye ile Doğu ülkeleri arasında kurduğu dostluk ilişkileri çerçevesinde özellikle Afganistan’a özel bir önem vermiştir.[55]
Cemal Paşa’nın önerisiyle dikkatini Afganistan’a çeviren Mustafa Kemal Paşa, Kabil’e resmi bir temsilci atamaya karar vermiş ve aslen Afgan olan Abdurrahman Samedani Bey, 18 Ağustos 1920’de Afganistan Elçiliğine tayin edilmiştir. Abdurrahman Bey, Afganistan’a giderken güven mektubunun yanında Mustafa Kemal Paşa’nın Amanullah Han’a hitaben yazdığı ve Türkiye Büyük Millet Meclisi Reisi sıfatıyla imzaladığı mektubu da götürmüştür.[56]
Amanullah Han Bolşeviklere şüphe ile bakıyorsa da, İngiliz tehlikesine karşı onların önerilerini kabul etmekten başka çare göremiyordu. Böylece 1921 yılı şubat ayında Afganistan Krallığı’yla SSCB arasında ilk dostluk antlaşması imzalanmıştır.[57] Sovyetler açışından bu antlaşmanın sağladığı avantajlardan biri Hindistan’da halkı İngiliz sömürgecilerine karşı kışkırtmak için Afganistan’ı bir üs olarak kullanabilmeleri olmuştur. Bolşevikler bu amaçla Afganistan’a Hint devrimcilerini göndererek, orada “Geçici Hint Halk Hükümeti”ni kurdurmuştur. Ayrıca Hindistan Kurtuluş Ordusunu kurma ve eğitme çalışmalarına başlanmıştır. Bu arada Kabil’deki Sovyet Büyükelçisi Joseph Surits, İngiliz sömürgecilerine karşı suikast eylemlerinde bulunmaya teşvik etmek amacıyla (şu anki Pakistan) Hindistan sınırındaki Peştun aşiretleri arasına gizlice ajanlar yollamaya başlamıştır. Surits bununla da yetinmeyerek Hint Devrimci Hareketini desteklemek amacıyla Afgan pilotlarının kullandığı Sovyet savaş uçaklarıyla hava saldırıları gerçekleştirmeyi ümit etmişti. Ravalpindi Antlaşması’na rağmen Afganistan ile İngiltere arasındaki karşılıklı güvensizlik hali devam etmiştir. İngiltere, Afganistan’da süren İngiliz karşıtı yapılanmayı ve Amanullah Han’ın Orta Asya Müslüman topluluklarını tek çatı altında toplama düşüncesini bölgesel çıkarları açısından tehdit unsuru olarak görmüştür. Taraflar bu gerginliği çözüme kavuşturmak amacıyla 17 Nisan 1920’de Mussooire Konferansı’nda bir araya gelmiştir. İki ülke de bölgedeki huzursuzluktan birbirlerini sorumlu tutmuş, İngiltere Afganistan’ı, özellikle Hindistan’la ilişkilerini İngiliz karşıtlığı ekseninde sürdürmekle suçlamış, diğer yandan Sovyet Rusya ile Afganistan arasındaki ilişkilerin istikrarlı bir şekilde yol alması karşısında tepki göstermiştir. Afganistan heyetinin başında Mahmut Tarzi, İngiltere heyetinin başında ise Henry Dobes yer almıştır.[58] Müzakere sürecinde Bolşevizmin bölgeye yayılması tehlikesini hesaplayan İngilizler, Afganistan ile ilişkilerin rayına oturtulması yönünde bir fikir birliğine varmışlardır. Afgan dostluğunun önemini farkeden Dobes, uzaklık dönemini sona erdirecek olan kesin bir antlaşma imzalamak üzere kendi hükümetini ikna için her türlü gayreti göstermesine rağmen başarılı olamamıştır.[59] Konferans, Afganları daha güçlü ve kararlı hale getirmiş, Sovyet Rusya ile kurulan ilişkiler İngiltere’nin Afganlara vereceği tavizlerin artmasına neden olmuştur. Afganistan, konferans müddetince Türkiye ile emperyalist güçler arasında devam etmekte olan çatışmalar sonunda, İngiltere’yi Türkiye ile adil bir barış yapması konusunda da uyarmış ve 2 Eylül 1921 tarihinde İngiltere Afganistan’ın bağımsızlığını resmen tanımıştır.[60] Bu gelişmelerin sonucunda İngiliz-Afgan Antlaşması 22 Kasım 1921 Kabil’de imzalanmış ve Afganistan’ın dâhili ve harici bağımsızlığını garantilemekten başka Kabil ile Londra arasında diplomatik temsilci değişimini de sağlamıştır.[61]
Amanullah Han, böylece İngiltere ile Sovyet Rusya arasında sürmekte olan çıkar çatışmasından yararlanarak, Afganistan’ın dünya siyasetindeki statüsünü yükseltmiş ve Afganistan’ın bölgesinde önemli bir aktör olduğunu dünya kamuoyuna göstermiştir. Kralın diplomatik alandaki bu zaferleri, halk nazarındaki kişisel saygınlığını arttırdıysa da, Afganistan’ın İngiltere ve Sovyet Rusya ile ilişkilerinde ılımlı bir siyasal pozisyona kaymak zorunda kalması, Amanullah Han’ın Panislamist fikirlerinden geri adım atmasına neden olmuştur. Özellikle Türkiye’nin hilafete son vermesi Hint Müslümanları ve Hilafet partilerinin gücünü zayıflatmış, bu gelişme İngilizlerin işini kolaylaştırırken, Panislamist umutların yavaş yavaş kararmasına neden olmuştur. Diğer yandan Sovyet Rusya kaynaklı bir isyanla Buhara’daki emirin görevden alınması ve sonunda Buhara’nın SSCB’ye katılmasıyla, Amanullah Han dış politika da önemli bir darbe almıştır.[62] Bu gelişmelerin ardından Afganistan’ın dış politika da hamle yapma imkânı iyice sınırlanmıştır. Bu yüzden olsa gerek, Amanullah Han ilgi ve enerjisini iç politikaya yöneltmiş ve modernleşme projesini gerçekleştirmek için bütün alanlarda bir dizi reform uygulamaya başlamıştır.[63]
Emanullah’ın dini reformları askeri reformlarından çok daha fazla çekişmeye sebep olmuş ve çok daha fazla politik entrikaya maruz kalmıştır. Dini reformlarda kullandığı yöntemler ve amaçlar diğer reformlarla karşılaştırıldığında birbirleriyle daha bağlantılı ve amaçları çok daha belirgindi. Emanullah’ın dine karşı herhangi bir düşmanlığı yoktu. Hatta samimi bir Müslüman sayılabilirdi. Ancak önceleri Emir Abdurrahman’ın da fark ettiği gibi kendi politik ve ekonomik amaçlarına ulaşmak için dini kullanan bilgisiz ve kendini beğenmiş bir zümre bulunduğunun bilincindeydi. Emanullah bu durumu değiştirmek için dini liderleri özellikle de kırsal kesimlerdeki mollaları eğitmek ve aynı zamanda modernleşme için laikliği sağlamanın şart olduğunu düşünüyordu. Ayrıca, eğitim ve adalet alanlarında dini kullanan bu grupların gücünü kontrol altına almak da istiyordu.[64]
Emanullah’ın uğraştığı meselenin boyutunu kavramak için Afganistan’daki din kurumunun ne kadar yaygın olduğunu anlamak gerekir. Din kurumu, sadece şehir merkezlerinde değil ayrıca kırsal kesimlerde de çok etkindi. Köylerde bulunan mollalar kabileler içinde de saygın bir konuma sahipti. Silahlı kuvvetlerde ise mollalar, sadece vaaz vermekle kalmıyor; erat ve subaylarla aralarında pir ve mürit ilişkisi kurmuş ve onlara manevi liderlik yapmaya başlamışlardı. Yukarıdakilerden anlaşılacağı üzere din kurumu Afgan toplumunun bütün kesimlerini kontrolü altına almıştı.[65]
Emanullah’ın dini reform projesi içinde; mollalara yapılan tahsisatların azaltılması hatta bazı durumlarda kaldırılması, muhbirlerden oluşan Müstasihlerin kaldırılması, mollalar için okullar açılması önerileri yer aldı. Ayrıca laik medeni hukuk ve ceza hukuku öne çıkarıp Şeriat Hukuku ikinci plana itilmek istendi. Tatil günü cuma yerine Perşembe olması Cuma’nın ibadet günü olarak kalması amaçlandı. Hindistan’ da dini eğitim alanlar dini liderler olarak hareket etmekten men edildiler. 1928’de laik bir hukuk okulu önerilirken bu okulun mezunlarının sonunda kadıların yerini alması planlanmıştır. Diğer bir önemli gelişme olarak ordudaki pir ve mürit sistemi 1928’de kaldırıldı.
Emanullah’ın dini liderlerle arasındaki sorunlar dini değil politik sebeplere dayanıyordu. Başlangıçta mollalar Türkiye’ye verdiği destekten, İngiliz karşıtı tavırlarından ve İslam taraftarı davalara ettiği yardımlardan dolayı Emanullah’ın yanındaydı. Ancak zamanla bazıları değişmeye başladı. Bu değişikliğin sebebi Emanullah’ın dini inancının eksikliği değildi. Ancak Emanullah’ın yozlaşmaya, rüşvete
imtiyazlara karşı çıkıp sıkı bir çalışma disiplini istemesi ve dini liderlerin imtiyazlarının sona erdirecek bir sistemi oluşturmaya başlaması iki taraf arasında çatışmayı başlattı. Kırsal kesimlerde ise durum daha da karışıktı. Emanullah tarafından oldukça önem verilen eğitim, köydeki mollaların konumlarına karşı bir tehdit oluşturuyordu. Ayrıca koy ağaları da vergi toplanması, askere alma sistemi gibi konularda Emanullah’ın reformlarından olumsuz yönde etkileniyordu. Yerel mollalar köylerdeki köklü güç yapısının bir parçasıydılar.[66]
Emanullah yönetiminde, onun liberal demokratik fikirlerinin ve tercihini güç kullanmak yerine ikna etmek yönünde kullanmasının verdiği rahatlıkla, dini liderler Demir Emir’in baskıcı rejimi sırasında hissettiklerinden daha az fiziksel korku ve daha fazla hareket serbestisine sahipti. Bu onlara daha rahat hareket etme ve önemsiz konularda yaptığı sosyal reformlara, özellikle kadının statüsünü etkileyen konularda, dinin onay vermediği gerekçesiyle Emanullah’a saldırılarda bulunma imkanını verdi. Dini çatışmaların Ülkede ortaya çıkardığı bu ortam içerisinde bazı nitelikli din adamları Emanullah’ı sonuna kadar desteklemeye devam ederken, diğerleri ondan daha da uzaklaştı ve O’na karşı halkı ayaklandırmaya çalıştılar. Bununla birlikte Emanullah uzunca bir süre bu tuzağa düşmeme akıllılığını gösterdi. Çıkan sorunları ikna yöntemiyle ve kendi görüşlerini destekleyen ulemanın yardımlarını kullanarak çözdü. Bu buluşmanın sonucu olarak Emanullah’ın dini danışmanları, Loya Cirge’nin din konusundaki şikayetlerin ciddiye alınması yönündeki çağrısının dikkate alınmasını tavsiye ettiler. Cirge, Ema11ullah’ın reformlarını bütün olarak destekliyor ama hukuki reformlarda cezaların sabitlenmesi ve imamların güçleriyle ilgili yasalarda bazı
|
değişiklikler öneriyordu. Emanullah bu değişiklikleri istemeden gerçekleştirmek zorunda kaldı.[67]
Ancak Kralın bu girişimi halktan büyük tepki görmüştür. Halk birtakım çevrelerin de kışkırtmasıyla 1924 yılında Krala karşı ayaklanmıştır.[68] Ancak Amanullah Han’a destek olarak gönderilen Sovyet savaş uçaklarının isyancıların karargâhlarını bombalamasıyla isyan bastırılmıştır. Sovyetler bu arada bununla kalmamış, Kabil’de bir telefon ve telgraf idaresi ile bir radyo istasyonu kurmuşlardır. Ayrıca Kabil-Taşkent ve Moskova arasında hava ulaşımını sağlamışlardır. Ayrıca Amanullah Han’a bir düzine uçak vererek ve onların bakımını yapacak teknik eleman ve pilotlar göndererek Kralın gönlünü almayı başarmışlardır.[69]
Gazi okulu, laik hukuk okulu, vakıfların tamamıyla tasfiyesi, ordudaki mürit ve pirlerin devre dışı bırakılması, gerici-dini liderler tarafından savaş bildirimi olarak yorumlandı.[70]
Emanullah’ın dini reformlar konusundaki yeni tekliflerine karşılık tutucu dini liderler, Emanullah’ın dini kuruma karşı açık bir harekette bulunmak için kışkırtılabileceğine ve bunun milli bir öfkeyi uyandıracağına ikna oldular. Meydan okuma, Afganistan’ın en güçlü dini ailelerinden biri olan Hazrat Shor Bazaar tarafından konu edildi. Emanullah 1928’de inatçı aksi mollalara karşı daha güçlü düzenlemelere gitme amacını açıklayınca, Hazret aktif bir muhalefetin belirtisiyle karşılık verdi. Ancak daha özgür düşünceli ulema Emir’i desteklemeyi sürdürdü. Sonuçta, o yılın Kasım ayında Shinwari Kabilesinin ayaklanması patlak verdiğinde, mollaların büyük bir çoğunluğu bunu dini bir eylem olarak aldılar ve hem hükümete, hem Emir’ e karşı etkili bir propaganda kampanyasına başladılar. Emanullah’ın kafir olduğunu, Avrupa’da domuz eti yemek ve şarap içmekle çıldırdığını söylediler. Emanullah’ın çağdaşlaşma programının, özellikle kadınların kendilerini açmaları, kocalarının babalarının otoritelerine karşı gelmeleri ile ilgili düzenlemelerin İslam’a ters düştüğünü söylediler. Dini liderlere karşı yapılan uygulamalar abartılarak halk arasında tepki oluşturmaya çalışıldı.
Sonuç; olarak, ne kadar iyi niyetli olsalar da, dini reformların sonucu Emanullah’ın dini topluluğun büyük çoğunluğunun güvenini yitirmesine sebep oldu. Sıradan, fakat küçük çaplı bir kabile isyanı çıkar çıkmaz, bu destek yoksunluğu aktif sadakatsizliğe döndü ve dini liderler bu ayaklanmayı bir din savaşının tüm tonlarını taşıyan büyük bir yangına dönüştürmek için ellerinden geleni yaptılar. Karmaşada başka etkenler de olmakla birlikte, hiç kuşkusuz en önemli etken mollaların faaliyetleriydi. Sonunda Emanullah bu dini ajitasyonun uygulamalarını fark etti ve bombayı hemen hemen tüm dini reformları geri çekerek imha etmeye çalıştı. 6 Ocak 1929’da dini liderleri serbest bırakmayı, Cuma’yı yeniden tatil günü ilan etmeyi, kız okullarını kapatmayı, mollalar için öğretim sertifikalan istemekten vazgeçmeyi, Muhtasiblerin (dini müfettişler) yeniden atanrnası ve ordudaki pir ve müritler üzerindeki sınırlamaları kaldırmayı taahhüt etti. Ancak bu geri çekilme beklenen etkiyi gösteremedi.[71]
Amanullah Han, 1927-28 yıllarındaki Orta Doğu ve Avrupa gezisi sırasında Türkiye’de Mustafa Kemal Atatürk’le görüşmüş ve Atatürk’ten etkilenmiştir. Türkiye Cumhuriyeti’nin Devlet Başkanı düzeyinde ilk resmi ziyaretçisi olduğundan büyük törenlerle karşılanmıştır. Mustafa Kemal Atatürk kendisiyle yakından ilgilenmiş ve ordusunu güçlendirmeden reformlara girişmemesi tavsiyesinde bulunmuş ve bu maksatla çok sayıda Türk subayı Afganistan’a görevli olarak gönderilmiştir.[72]
Fakat Amanullah Han hızla reformlara başlayınca gerici kesimin yoğun tepkisini almıştır. Bahsi geçen dönemde gericilerin kışkırtmasıyla galeyana gelen halk ayaklanmıştır. (Burada İngilizlerin etkisinin de olduğu değerlendirilmiştir.) İsyancıların lideri Beçe-i Saka lakaplı (asıl adı Habibullah) bir Tacik çete reisi idi. Kral Amanullah Han isyancılara karşı direnemeyeceğini anlayınca 1929 yılı Ocak ayında İngilizlerin hediye ettiği Rolls Royce arabasıyla ülkenin ikinci büyük kenti olan Kandahar’a kaçmıştır. Amanullah Han’ın kaçması üzerine Beçe-i Saka (sakanın/sucunun oğlu)[73], kendisini Afganistan’ın yeni Kralı ilan etmiştir.
Beçe-i Saka ve onun çevresindeki arkadaşlarının hiçbiri okuma-yazma bilmiyordu. Beçe-i Saka’nın babası, Kabil’de evlere kovalarla su taşıyarak hayatını kazanan fakir bir köylüydü. O sırada Kabil’de evlerin çoğunda su tesisatı olmadığı için insanlar içme suyu ihtiyacını suculardan temin ediyorlardı. Afganistan’da konuşulan Farsçanın değişik bir lehçesi olan Dari dilinde “Beçe” oğul, “Saka” ise sucu anlamına geliyordu. Bu yüzden babası “sucu” olan Tacik çete reisi de “Beçe-i Saka” yani “sucunun oğlu” adıyla tanınmıştır.[74]
- Günümüze Kadar Afganistan
Afganistan’ı kendi içinde iki ana bölgede mütalâa etmek mümkündür. Bunlardan biri kuzeydeki “Afgan Türkistan’ı” veya “Güney Türkistan” olarak ifade edilen bölge, diğeri de ülkenin geri kalan güney bölgesidir. Topraklarının çeşitli bölümleri, tarih boyunca değişik devletlerin egemenliği altında bulunan günümüzdeki Afganistan sınırları, 1880’li yıllardan sonra Rusya’nın Orta Asya’yı istilâ harekâtı sırasında “Afgan Türkistan’ı” veya “Güney Türkistan” olarak ifade edilen bölgede yaşayan Özbek, Tacik ve Türkmenlerin toplu olarak arazileri ile birlikte Afganistan’a sığınmaları neticesinde oluşmuştur. 19 ncu yüzyıl sonlarındaki bu gelişmeye sahne olan “Afgan Türkistan’ı” bölgesi, Afganistan’ın devlet olarak ortaya çıkmasında tarihî önemi haizdir.
“Türkistan” olarak adlandırılan bölgenin tarihi SSCB döneminde yasaklanmaya çalışılmış; ancak, SSCB’nin dağılmasından sonra tekrar kullanılmaya başlanmış ve politik bir önem kazanmıştır. “Türkistan” aşağıda sunulan üç bölümden oluşmaktadır:
- Günümüzde Orta Asya’daki beş cumhuriyeti (Özbekistan, Kazakistan, Kırgızistan, Tacikistan ve Türkmenistan) kapsayan Batı Türkistan,
- ÇHC’nin Sinkiang Uygur Özerk bölgesini oluşturan Doğu Türkistan ve
- Hâlen Afganistan topraklarında bulunan “Afgan Türkistan’ı” veya “Güney Türkistan” olarak ifade edilen bölge.
Siyasî tarih itibarıyla, “Afgan Türkistan’ı” veya “Güney Türkistan” olarak adlandırılan bölgenin Afganistan’ın gelecekte tek devlet olarak varlığını sürdürebilmesinde veya parçalanmasında önemli bir rol oynayacağı değerlendirilmektedir.
Yukarıda sunulan gelişmeler çerçevesinde, İngiltere ve Rusya 1873 yılında Amu Derya nehrinin Afganistan’ın kuzey sınırını oluşturmasına birlikte karar vermişlerdir. İngilizler o dönemdeki İran – Afganistan sınırını da 1891’de belirlemişlerdir. İki yıl sonra İngiltere hâkimiyetindeki Hindistan ile Afganistan arasındaki sınır oluşturulmuştur. Afganistan – ÇHC arasındaki sınır da yine batılı güçler tarafından 1895 -1896 yıllarında tespit edilmiştir. Ülkeyi ÇHC ile bağlayan Wakhan koridoru Rusya ile Hindistan’ın bağlantısının kesilmesi amacı ile İngilizler tarafından Afganistan’a zorla kabul ettirilmiştir.
19 ncu yüzyıl boyunca İngiltere ve Rusya arasında Orta Asya üzerindeki çekişmeler sırasında, Afganistan, İngilizler tarafından Ruslara karşı tampon bir bölge olarak kullanılmak istenmiştir. İngilizler bu amaçla Afganistanlılara Amu Derya nehrinin kuzeyine ilerlemeleri için baskı yapmışlardır. Kâbil’deki Peştun liderlerin de işine gelen politika sonucu Hazaralar, Tacikler, Özbekler ve diğer Peştun olmayan etnik gruplar, aşamalı yoğun mücadeleler neticesinde Kâbil’in kontrolüne girmiştir. Bununla birlikte, bu yeni çok sayıda etnik gruptan oluşan Afganistan’da kendilerini gerçek Afganlar olarak gören Peştunlar, diğer gruplara karşı ağırlıklarını koymakta devamlı zorluk çekmişlerdir. Afganistan’ın toplumsal yapısında o tarihlerde meydana gelen bu değişim, SSCB’nin çekilmesinden günümüze kadar geçen süre içinde iç barışın sağlanmasında karşılaşılan engellerin de alt yapısını hazırlamıştır.
Afganistan, 1747’de birliğini sağlamış bir devlet olarak ortaya çıkışından beri çatışmasız bir dönem geçirmemiştir. İngiliz ve Afgan hanedanları arasında meydana gelen birçok savaş sonunda, 08 Ağustos 1919 tarihli Ravalpindi Anlaşması’nın imzalanmasıyla, üçüncü İngiliz – Afgan Savaşı sona ermiş, Afganistan İngiltere’den bağımsızlığını kazanmış, Amir Amanullah kral unvanını almış ve 1893’teki Anglo – Afgan Durand Hattı Sınır Anlaşması teyit edilmiştir.
Amir Amanullah’ın iktidarından (1919 – 1929) sonra en köklü iktidara Muhammed Zahir Şah (1933 – 1973) sahip olmuştur. 1973’te Zahir Şah’ı kansız bir darbe ile deviren Zahir Şah’ın kuzeni General Davud Han, iktidarı ele geçirdikten sonra Afganistan Cumhuriyeti’ni ilân etmiştir. 1973 yılına kadar Hazaraların da yaşadığı Özbek, Türkmen ve Tacik ağırlıklı “Afgan Türkistan’ı” olarak belirtilen bölgeye, Zahir Şah döneminde başlatılan; ancak, Davud Han döneminde daha da önem verilen politikalarla Peştunlar getirilmiş ve bölge toprakları sahiplerinden alınarak Peştunlara verilmiştir. Anılan bölgeye Peştunların yerleştirilmesi ile ülkenin bölgesel – etnik yapısında ciddî değişiklikler gerçekleştirilmiştir. Ancak, ülkedeki sol örgütlerin Davud Han’a karşı birleşerek yaptıkları bir darbe ile Davud Han devrilmiş, kendisi ve aile üyelerinin birçoğu öldürülmüştür. NİSAN 1978’de kurulan Afganistan Demokratik Cumhuriyeti Hükûmetinin uyguladığı Marksist – Leninist doğrultudaki reform plânlarının Afgan kültürünün temelleri ile tamamen zıt olması ve siyasî baskıların artması sonucu, nüfusun büyük bir bölümü hükûmete karşı ülkenin farklı bölgelerinde küçük ayaklanmalar başlatmış, zamanla bu ayaklanmalar büyüyerek tüm ülkeye yayılmıştır. MART 1979’daki ayaklanmalar karşısında Afgan ordusunun güçsüz kalması sonucu hükûmet SSCB’nin askerî yardımına başvurmuştur. Bunun üzerine SSCB birlikleri Aralık 1979’da Afganistan’a girmiştir. SSCB işgalini müteakip, 1980 yılında ülke içindeki bölgesel direniş grupları kendi aralarında birleşmeye başlamışlardır.[75] Mücahitler olarak adlandırılan bu güçlerin silâhlı direnişi özellikle 1984 yılında yoğunlaşmıştır. Bu direniş, ABD, Suudî Arabistan, Pakistan, ÇHC ve İran gibi dış güçlerden de büyük destek görmüştür. 1980 yılında, Afganistan’da 100.000 askeri bulunan SSCB ülkenin her bölgesinde yoğun bir savaşa girişmiştir. Mücahitler de bu saldırılara karşı gerillâ savaşını başlatmışlardır. SSCB işgalinin başlamasıyla birlikte 400.000 kişi mülteci olarak Pakistan’a kaçmıştır. Daha sonraki dönemlerle birlikte Pakistan’a göç eden mültecilerin sayısı 3 milyonu, İran’a göç edenlerin sayısı ise 1,5 milyonu bulmuştur. Böylece Afgan mültecileri bir anda dünyada sayısal olarak birinci sıraya yükselmiştir.[76]
1986 yılında SSCB işgalinde bir dönüm noktası yaşanmıştır. ABD’nin Mücahitlere yaptığı yardımları kalite olarak artırmaya başlaması ile birlikte, Mücahitlerin SSCB’ye karşı direnişleri güç kazanmıştır. [77] MART 1995 ayında GORBAÇOV’un iktidara gelmesi de bir diğer önemli değişim olmuştur. GORBAÇOV’la birlikte Afganistan’a yönelik SSCB politikası farklılaşmaya başlamış ve soruna çözüm getirme çabaları artmıştır. Uluslararası baskıların da giderek yoğunlaşması sonucu Cenevre Görüşmeleri olarak adlandırılan bir dizi görüşme başlatılmıştır. Bu görüşmeler, 1988 NİSAN ayında, SSCB birliklerinin dokuz aylık bir süre içinde Afganistan’dan çekilmelerini öngören bir anlaşmanın imzalanması ile sona ermiştir.
SSCB kuvvetleri 1989 ŞUBAT ayında geri çekilmesine rağmen Afganistan’daki savaş sona ermemiştir. SSCB’nin çekilmesinden sonra bu kez ülke, uzun yıllar sürecek bir iç savaşa doğru sürüklenmiştir. İç savaş ilk aşamada, Mücahitlerle SSCB yanlısı Necibullah Hükûmeti arasında başlamıştır. Mücahitler yoğun çatışmalar sonunda Necibullah’ı ancak 1992 NİSAN ayında devirmeyi başarabilmişlerdir. Bunun nedeni, SSCB’nin Necibullah’a sağladığı askerî ve malî desteği sürdürmesinin yanı sıra, Mücahitlerin ileride kendi aralarında başlayacak çatışmaların ilk işaretini verir biçimde, Necibullah’a karşı bir birlik oluşturup alternatif bir hükûmet çıkaramayışlarıdır.
SSCB’nin çökmesi ile birlikte sahip olduğu silâh ve para desteğinden yoksun kalan Necibullah, 1992 ŞUBAT ayında iktidarının geçici çok partili bir rejimle değiştirilmesini öngören BM plânını kabul etmiş ve hükûmeti devretmiştir. Daha sonra iktidarı, ülkenin kuzey ve kuzeydoğusundaki Taciklerin oluşturduğu Cemiyeti İslâmî’nin lideri Burhaneddin RABBANİ ele almış; fakat, rakibi Gulbeddin HİKMETYAR bu duruma karşı çıkmıştır. Böylece ülkedeki farklı gruplar, hiçbir zaman kabul edemedikleri ve üzerinde tam olarak uzlaşamadıkları bir iktidar mücadelesine başlamışlardır. Mücahit grupları arasındaki savaş aralıksız sürmüş ve Necibullah’ın 1992’de düşürülmesinden sonra da ulusal bir koalisyon hükûmetinin kurulabilmesi başarılamamıştır.
Afganistan’da yakın çağda Türkiye’yi ilgilendiren en önemli gelişme, Amir Amanullah’ın ATATÜRK’ü ve onun devrimlerini örnek alması, büyük bir ATATÜRK hayranı olarak batı medeniyeti yolunda yenilikler yapmaya başlamasıdır. Afganistan’a büyük önem veren ATATÜRK, o dönemde çok sayıda Türk öğretmenini Afganistan’a göndermiştir.[78]
4.Afganistan’da Dini Yapı
4.A. Müslümanlar:
4.A.1.1Sünniler:
Bir islam ülkesi olan Afganistan’da nüfusun % 99’u Müslüman olup ekseriyeti Hanefi mezhebine mensuptur. Sünnilerin dışında Şia’nın farklı kollarına mensup olanlar da % 1 5-20 gibi önemli bir oranı temsil etmektedir. Afganistan’da az sayıda Hindu, Sih ve Yahudi de yaşamaktadır.
Afganistan toplumunun dini hayatında tasavvuf ve tarikatların önemli yeri vardır. Tarihte olduğu gibi günümüzde de tasavvuf. dini ve sosyal hayatı etkileyen temel unsurlardan biridir. İslam dünyasının meşhur tasavvuf merkezlerinden olan Horasan bölgesinin bir kısmı. Gazne, Herat ve Belh gibi önemli şehirler bu ülkenin sınırları içerisinde bulunmaktadır.
4A.2.Şiiler:
Sünnilerin dışında Şia’nın farklı kollarına mensup olanlar da % 1 5-20 gibi önemli bir oranı temsil etmektedir.
4.B. Gayri Müslümler:
Afganistan’da az sayıda Hindu. Sih ve Yahudi de yaşamaktadır.
Afganistan’daki tüm bu grupların komşu ülkelerle güçlü ekonomik, kültürel ve siyasî bağları bulunmaktadır. Pakistan’da Afganistan’dan daha fazla Peştun (yaklaşık 11,5 milyon)’un, Afganistan’da da Tacikistan’dakinden daha çok Tacik (yaklaşık 4,5 milyon)’in yaşaması, bölgenin iç içe geçmiş bir nüfus yapısına sahip olduğunu göstermesinin yanı sıra, etnik unsurların ülke politikalarının belirlenmesindeki rolünü de ortaya koymaktadır.
Etnik kimlikle birlikte Afganistan’daki gelişmeleri etkileyen ikinci bir dinamik de dindir. Afganistan’da hâkim olan din İslâmiyet’tir. Halkın % 99’u Müslüman’dır. Ancak, Afganistan’daki İslâm faktörünün Afganistan’ın bütünlüğünün sağlanması konusunda etkili olmadığını ifade etmek mümkündür. Afganistan’daki İslâmiyet hiçbir zaman İran’da olduğu gibi “bir milletin” oluşmasını sağlayamamıştır. Günümüzde Afganistan’da yaşayanlardan “Afgan halkı” olarak söz edilmesine rağmen henüz oluşturulamadığı için gerçekte bir “Afgan halkı” mevcut değildir. Bu durumun temel sebebini, Afganistan’da görünen İslâmî yapının altında millî kimlikleri bugün çok güçlü ve belirgin olan çeşitli etnik grupların bulunması oluşturmaktadır. Etnik grupların çoğunluğunu teşkil eden Peştunların da tek bir millî kimliği yoktur. “Peştun” olarak adlandırılan topluluğun içinde, örneğin Gilcayi” ve “Durani” gibi kabileler mevcuttur. Söz konusu kabileler birbirleriyle bütünleşmiş değillerdir. Tacikler ise Peştunlara göre daha homojen yapıya sahip bir grubu oluşturmaktadır. Özellikle SSCB’nin işgalinden sonra, Tacikler arasındaki millî kimlik daha da güçlenmiştir. Bu kapsamda, önemli etnik gruplar olan Peştunların, Taciklerin, Özbeklerin ve Türkmenlerin Afganistan’ın geleceğinin belirlenmesinde önemli rol oynayacakları düşünülmektedir. Bu grupların bir araya getirilmelerinin güçlüğü dikkate alınarak, hâlen sürdürülen harekât sonrasında ortaya çıkabilecek iktidar çatışmalarının neticesinde Afganistan’ın parçalanma ihtimalinin de göz önünde bulundurulması gerektiği kıymetlendirilmektedir.
Afganistan’daki Müslüman halkın % 84’ü Sünnî, % 15’i ise Şiîlerden oluşmaktadır. Bu nedenle, din faktörü de etnik kimlik gibi bölge ülkelerinin Afganistan’a yönelik politikalarında belirleyici rol oynamaktadır.
4.C.Afgan toplumunda ve Dini yapıda Peştunvali faktörü
Afganistan’ın toplumsal yapısını oluşturan geleneklerin temelini bazı değerler sistemi oluşturmuş, bu da birçok temel kültürel yapıya dayalı olarak gelişmiştir. Bu yapıların en önemlilerinden birisi, Peştun geleneği anlamına gelen “Peştunvali” olmuştur. Afganlar arasındaki ilişkiler büyük ölçüde milli bir miras olan ve tüm etnik yapılar tarafından çoğunlukla benimsenen “Peştunvali” kuralları vasıtasıyla kurulmuştur. Bu kurallar Peştunlara özgü olmasına rağmen diğer etnik gruplar da birçok kuralı aşağı yukarı benimsemiştir. Peştunvali kuralları yazılı değildir, ancak toplumun tamamı tarafından bilinmiş ve yüzyıllardır uygulanmış olan kuralların tümüne verilen isim olmuştur. Peştunvali; öz-saygı, bağımsızlık, adalet, misafirperverlik, sevgi, bağışlama, intikam ve herkese karşı (özellikle yabancı ve misafirler) tolerans gibi hususları bünyesinde toplamıştır.
Peştunvali kurallarının temelini, Afgan erkeğinin sahip olduğu üç değere (altın-zar, toprak-zamin ve kadın-zan) bağlı olan namus kavramı teşkil etmiştir. Namuslu bir yaşam, misafirperverlik (melmastia), barınak veya sığınak (nanavati) ile adalet veya öç (badal) ilkelerine dayanan bir sistem üzerine kurulmuştur.[79]
Peştunvali, dokuz temel prensip içermektedir:
“- Misafirperverlik (Hospitality/Melmastia): Dil, din, ırk ve ekonomik durumu gözetilmeksizin misafire azami hürmet gösterilmelidir.
– Barınak veya Sığınak (Asylum/Nanavati): Kendilerine sığınan bir kişi, her türlü tehlikeye karşı korunmalıdır. Durum netleşene kadar kanun kaçakları için bile sığınma hakkı verilmektedir.
– Adalet veya Öç (Justice/Badal): İşlenen bir suç için adalet aramak veya öç almayı içermektedir. Bu suç yıllar önce işlenmiş olsa da öç almak bir kuraldır. Öç alma, aileden bir erkeğin görevidir. Nesiller boyu kan davası sürebilmektedir.
– Cesaret (Bravery/Tureh): Arazi, altın, aile ve kadın, her ne pahasına olursa olsun korunmalıdır. Bu değerlere saldırının sonu ölümdür.
– Sadakat (Loyalty/Sabat): Aile üyeleri, arkadaşlar ve kabile üyelerine sadakat zorunluluktur.
– Doğruluk (Righteousness/Imamdari): Her zaman ve her türlü konuda doğruluk ve dürüstlük şarttır. İnsan, hayvan ve çevreye karşı duyarlı olunmalıdır. Çevre kirliliğine neden olmak Peştunvali’ye aykırı bir davranıştır.
– İstikamet (Persistence/Istegamat): Tek bir yaratıcıya inanmayı ve güvenmeyi içerir. Bütün davranışlarda doğruluğu öngörür.
– Onur (Self honour/Ghayrat): İnsan onuru korunmalıdır. Onur, toplumda büyük bir öneme sahiptir. Onurlu bir yaşam sürmek her şeyden önce gelmektedir.
– Namus (Honour of women/Namus): Sözlü veya fiziksel olarak her türlü saldırıya karşı kadınların namusu korunmalıdır.”
Yazılı olmayan bu kurallara uymak tüm Peştunlar için bir zorunluluktur, uymayanlar cezalandırılmıştır. Merkezî bir devlet otoritesinin eksikliğini tamamlayan Peştun gelenekleri (Peştunvali) ülkede istikrarın sağlanması için temel dayanak olarak değerlendirilmiştir. Ülkenin nüfusu en kalabalık etnik grubu olan Peştunların bu genel kuralları diğer etnik gruplarca da kabul edildiğinden, Afganlılar arasında sosyal davranış çerçevesi olarak benimsenmiştir.[80]
Afganistan’ın dağlık coğrafi yapısı, özellikle internet başta olmak üzere teknolojik alandaki iletişim altyapısının eksikliği ile ulaşım sorunları, ülke içerisinde yer alan birçok etnik grubun birbirleri ile bağlantı kurmalarını engellemiş ve bu yüzden ülkede tam bir Afgan kimliği oluşturulamamıştır.[81]
Sovyet işgali esnasında en çok tepki çeken politikalardan birisi Sovyetlerin Afganistan’ın kültürel yapısını değiştirmeye çalışması olmuştur.[82]
5.Afganistan’ın Dini Yapısının Etkisi ve Taliban’ın Ortaya Çıkışı :
- yüzyılda Ortadoğu’da en önemli toplumsal siyasal hareketlerden biri İslami örgütlenmelerdir. 19. yüzyılın sonunda modernleşme–sömürgeleşme üzerinden İslam’ı yeniden yorumlayarak yaşanan toplumsal siyasal sorunlara bir çözüm üretme çabası olarak ortaya çıkan İslamcı hareket başlangıçta İslam’ın modernist yorumu biçiminde kendini ortaya koyarken sömürgecilik deneyimi ile birlikte milliyetçi bir çizgiye kaymıştır. 20. yüzyılın başlarında milliyetçi eksende şekillenen bu hareketler bağımsızlık sonrasında siyasal yapı- ların İslam temelinde şekillenmesi gerektiğini savunurken 1970-80’lere kadar hakim olan milliyetçi ve sol hareket karşısında en önemli muhalefet örgütlenmesi olarak yer almıştır. 1970’lerin ortasından itibaren hızla radikalleşen İslami hareketler içindeki bu eğilim 2000’lerde etkisini yitirirken İslami hareketler Ortadoğu’da en önemli ve örgütlü muhalefet olma durumunu devam ettirmektedir. Dinsel örgütlenmeler/gruplar belirli bir tarihsel dönemde belirli bir toplumsal bağlamda ortaya çıkar ve süreç içinde genel toplumsal yapıdaki değişime paralel olarak değişirler, dönüşürler. Her hangi bir toplumda din örgütlenip mevcut iktidar yapısında siyasal bir aktör olarak önem kazandığında artık sadece dinin dogma temelinde değil yaşanan toplumsal ve siyasal değişme temelinde de analiz edilmesi gerekir. Farklı toplumlarda, farklı tarihsel koşullarda çeşitli dini grupların oynadığı rol ve iktidar mücadelesinde aldıkları konum farklıdır. Bu bağlamda dinsel grupların sadece düşünsel yapıları ve örgütlenmeleri değil içinde şekillendikleri toplumsal, siyasal, yasal yapı ve uluslararası konjonktür bu grupların siyasal eylemlerinde önemlidir. Farklı İslami gruplar arasında var olan ilişkiler (ulusal ve uluslararası), bu gruplarla Devlet arasındaki ilişki ve bu gruplarla diğer devletler arasındaki ilişki söz edilen grupların siyasetinin analiz edilmesinde incelenmesi gereken düzeylerdir. Bu ilişkiler yumağının alacağı biçim farklı gruplara göre farklı nitelikler gösterebilir. 1970’lerin sonlarından itibaren Ortadoğu ülkelerinde önemli bir siyasal aktör haline gelen radikal İslamcı gruplar daha önce bölgede var olan İslam temelli örgütlenmelerden (tarikatlar gibi geleneksel örgütlenmelerden) önemli farklılıklar gösterir. Her şeyden önce yeni, modern bir örgütlenme yapısına sahip olan bu gruplar daha çok ideoloji temelli siyasal partileri andırmaktadır. Radikal İslami hareketlerin gelişmesinde düşünsel planda 1966’da idam edilen Mısır, Müslüman Kardeşler üyesi Seyyid Kutb’un, İran’lı Ali Şeriati’nin, Pakistanlı Maulana Seyyid Abdul Maududi’nin ve Suudi Arabistan’ın Vahabi İslam’ının önemli rolü vardır. Bu grupların ayrıcı yanı Müslüman kimdir tanımlamasında başlar. Bu gruplar açısından bir kişinin Müslüman bir aileden Müslüman olarak doğması, kendisini Müslüman olarak tanımlaması ya da İslam’ın beş şartını yerine getirmesi Müslüman olmak için yeterli değildir. Bu çerçevede Müslüman olmak bu grupların tanımladığı/yorumladığı biçimde İslam temelinde şekillenmektedir. Müslüman olmak bu grupların tanımladığı biçimde bir İslam anlayışını savunmak ve ona uygun olarak yaşamaya çalışmak ile özdeştir. Bu yaklaşım doğal olarak bugüne kadar kendisini Müslüman olarak tanımlayan insanları Müslüman kategorisi dışına itmekte hatta “kâfir” olarak tanımlamaktadır.
Müslüman kimdir sorusu üzerinden bireysel düzeyde başlayan bu ayrıştırma nüfusunun büyük çoğunluğu Müslüman olan ülkelerin siyasal yapısına ulaşmakta ve bu temelde İslami devlet biçimi ve İslam toplumu tanımlanmaktadır. Bu toplumlar İslam öncesi yaşanan duruma referansla cahiliye olarak tanımlanmakta ve yöneticiler kâfir kategorisine sokularak iyi bir Müslümanın bu yönetimlere karşı başkaldırmasının gerekli olduğu vurgulanmaktadır. 1990’ların sonuna kadar bu gruplar için asıl düşman içeridedir. Emperyalizm, Siyonizm, Batı Müslümanlar açısından tehdit olarak tanımlanmakla birlikte karşı çıkılması, mücadele edilmesi ve ortadan kaldırılması gereken asıl düşman bu ülkelerin siyasal rejimleri ve yönetici elitleridir. Bu bağlamda “gerçek Müslümanların yapması gereken şey mevcut yönetimlere itaat etmek değil karşı çıkmaktır. Mevcut yönetimlere karşı yapılacak isyanın temel hedefi Allah’ın egemenliğini hakim kılmak ve insanların yaptığı yasalar düzenine son vermektir. Bu noktada cihad sadece bireysel düzeyde kişinin nefsi üzerinde yaptığı mücadeleyi değil toplumsal siyasal düzeyde silahlı mücadeleyi de içermektedir.[83] Bir bütün olarak İslami örgütlenmelere/gruplara baktığımızda bunun çok geniş bir yelpazeyi kapsadığı açıktır. Bu yelpazede geleneksel örgütlenmelerden modern, yasal siyasal partilere kadar farklı grup ve örgütlenme biçimleri söz konusudur. Vurgulanması gereken nokta bu geniş yelpaze içinde radikal İslami grupların küçük bir yer teşkil ettiğidir. Ancak gerek şiddet eylemlerini meşru görmeleri gerekse Ortadoğu’daki mevcut siyasal yapıları kökten dönüştürmeyi hedeflemeleri bu örgütleri farklı ülkelerde farklı derecelerde önemli kılmıştır. Radikal İslami hareketlerin gelişmesinde 1979 Afganistan işgali bir dönüm noktasıdır. Bilindiği gibi 1979’da Sovyetler Birliği’nin Afganistan’ı işgali ile birlikte başta ABD olmak üzere İngiltere, Fransa gibi bazı Batılı devletler Soğuk Savaş stratejisinin bir parçası olarak buradaki İslami grupları, ağırlıklı olarak Pakistan istihbarat servisi ISI (Inter Services Intelligence) aracılığıyla örgütlemiş, eğitmiş ve desteklemiştir. Kısa bir süre sonra bu sürece Suudi Arabistan, Körfez ülkeleri, İran da katılmış ve kendileri açısından uygun olabilecek grupları oluşturmuş, askeri ve parasal açıdan desteklemiştir. Bu ülkeler sadece Afgan İslami örgütlenmeleri desteklemekle kalmamış tüm Ortadoğu’da ya da daha genel bir ifade ile Müslüman ülkelerdeki radikal grupları doğrudan ya da dolaylı olarak Afganistan’da “Allahsız komünistlere” karşı savaşa katılmak için cesaretlendirmiş, uygun kanalların açılmasını sağlamıştır.
- yüzyılın sonunda merkezi devlet oluşturmaya çalışan Afganistan yerel ve ulusal kurumlar arasında bütünleşmeyi 20. yüzyılda da sağlayamamıştır. Temelde tarım toplumu olan Afganistan, Soğuk Savaş koşullarında bulunduğu coğrafi konum itibariyle hem Sovyetler Birliği’nden hem de ABD başta olmak üzere Batı’dan destek almıştır. Her iki kamp da Afganistan’da altyapı yatırımları için yardım yaparken Sovyetler Birliği özellikle ordunun, Batı da eğitimin modernizasyonunda önemli rol oynamıştır. 1970’lerin ortasında nüfusun %85’inden fazlasının kırsal alanda yaşadığı [84], önemli oranda göçebe nüfusa sahip, özellikle güneyde kabile bağlarının güçlü olduğu çok etnikli Afganistan’da en büyük etnik grup nüfusun %40’ını oluşturan Paştun’lardır. Hindu Kuş dağlarının güneyinde ve kuzeyine yaşayan Peştunlar ortak bir kökenden geldiklerine inanmaktadırlar ancak aralarında farklı kabile ve aileler temelinde bölünmeler söz konusudur. Nüfusun yaklaşık %30’unu oluşturan, aşiret örgütlenmelerinin olmadığı, Fars- ça konuşan Tacikler ise Kabil’de, kentlerde ve kuzey-doğuda Tacikistan, Özbekistan sınırında yaşamaktadır. Afganistan’da siyasal yapıda Peştunlar önemli iken, Tacikler bürokraside ve ulema örgütlenmesi içinde ağırlıktadır. Yine aşiret bağlarının zayıf olduğu Özbekler ve bu bağın güçlü olduğu Türkmenler ülkenin kuzeyinde yaşamaktadır. Tüm bu etnik gruplar Sünni Müslüman iken orta Afganistan’da yaşayan, Farsça konuşan ve kendilerinin Moğolların soyundan geldiğini öne süren Şii Hazaralar ise nüfusun %15’ini oluşturmaktadır. Şii Afganlar arasında Kızılbaşlar, İsmaililer de vardır. Köy mollaları düzeyinde Sünni-Şii ayrımını söylemenin güç olduğu Afganistan’da Şii ulema İran’da Kum kentinde ya da Irak’da Necef’de – İranlı hocalardan- dini eğitim almıştır.[85] Afganistan’da 1960’lardan itibaren Kabil Üniversitesi çevresinde örgütlenen iki muhalefet hareketinden söz etmek mümkündür. İlkini sol hareketlerden Halk ve Parçam -ileride Afganistan Demokratik Halk Partisi (ADHP) olacaktır- oluştururken İslamcı gruplar ikinci muhalefet grubunu oluşturmaktadır. 1950’lerin sonunda özellikle Mısır’da El-Ezher Üniversitesi’nde dini eğitim alan ve burada Müslüman Kardeşler örgütü ile tanışıp Afganistan’a döndüklerinde Kabil İlahiyat Fakültesi’nde çalışan bir grup entelektüel tarafından oluşturulan Cemiyet-i İslami bu dönemde ağırlıklı olarak kültürel dönüşüm üzerinde durmuştur. Seyyid Kutb ve Maududi’nin eserlerini tercüme ederek İslam’ı modern bir ideoloji olarak sunan bu grubun diğer ülkelerde var olan benzer gruplarla doğrudan bir ilişkisi yoktur. Bu aşmada daha çok bireysel tanışıklıklar söz konusudur.[86] 1960’ların ortalarından itibaren Kabil Üniversitesinde öğrenciler arasında önem kazanan ve devrimci radikal bir eğilimi temsil eden “Müslüman Gençler Örgütü” ağırlıklı olarak laik eğitim kurumlarında eğitim gören öğrenciler arasında taban bulmuştur ancak kabileler arasında taraftarı yoktur. Ulemayı muhafazakâr olarak değerlendiren Müslüman Gençlik örgütünün gizli bir örgütlenmesi de mevcuttur. 1972’de Burhaneddin Rabbani’yi emir olarak seçen örgüt hücreler biçiminde örgütlenmiş ve içinde “radikal” “ılımlı” iki eğilimi barındırmıştır. Daha sonra “ılımlı” kanat Cemiyet-i İslami, “radikal” kanat da Hizb-i İslami olarak örgütlenmiştir.[87] Bölünme’de tekfir meselesi ve hareketin stratejisi ana çatışma konusudur. Selefiler arasında ana çatışma konularından olan tekfir bir kişinin kâfir ilan edilmesi ile ilişkilidir. Bir kişinin kafir ilan edilebilmesi için açık dini ihlallerin olması ve bunun kanıtlanması gereklidir.[88] Gulbeddin Hikmetyar liderliğinde homojen, disiplinli, öncü partiyi savunan Hizb-i İslami, iyi Müslüman’ın sadece dini tutumuyla değil daha önemlisi siyasal eylemleri ile tanımlanacağını ve kendine Müslüman diyenlerin de “kâfir” olabileceğini savunur. Rabbani’nin lideri olduğu cephe örgütlenmesini ve kitle hareketini savunan Cemiyet-i İslami ise tekfir’e karşı çıkmaktadır.[89]
Afganistan’daki iç savaş sırasında ülkenin eğitim sistemi çökmüş ve milyonlarca Afgan ülkeyi terk etmek zorunda kalmıştır. 1978 yılından sonra fakir Peştun ailelerinin okul çağına gelen çocukları için tek eğitim veren yer Afganistan’daki ve Pakistan’ın sınıra yakın bölgelerindeki özel medreseler olmuştur. Bu medreselerin yaygınlaşmasından bir kuşak sonra da Taliban Hareketi ortaya çıkmıştır. Bu durum, medreselerin Taliban’ın ortaya çıkmasında ne kadar etkin olduğunun önemli bir kanıtıdır. Taliban’ın üyeleri ve liderlerinin büyük çoğunluğu bu medreselerdeki öğretmen ve öğrencilerden oluşmaktadır. Günümüzdeki Taliban liderlerinin bir kısmı 1970 yılının sonlarında ve 1980’li yıllarda Mücahit gruplarıyla birlikte SSCB destekli rejime karşı savaşmıştır. Bu kişilerin özellikle Hareketi İnkılâbi İslâmî ve Hizbi İslâmî içinde etkin oldukları bilinmektedir.[90]
1978’de darbe ile iktidara gelen, toprak reformu, okuma-yazma oranının arttırılması, devlet mekanizmasının güçlendirilmesi ve aile hukuku temelinde önemli değişimler öneren Afganistan Demokratik Halk Partisi başta kendi içindeki Perçem grubu olmak üzere politikalarına karşı çıkan toprak sahipleri, eski askeri temsilciler ve din adamlarından oluşan muhalefeti bastırmıştır. Soğuk Savaş koşullarında tarafsızlık konumunu koruyan Afganistan yeni yönetimle birlikte Sovyetler Birliği ile doğrudan ittifaka girmiştir. İzlenen politikalar kısa sürede kırsal alanda ayaklanmalara yol açmış ve 1979 yılının sonunda Sovyetler Birliği oluşan istikrarsızlığı önlemek üzere Afganistan’ı işgal etmiş- tir. Afganistan Demokratik Halk Partisi içindeki Halk grubunu tasfiye eden Sovyetler Birliği, Perçem’den Babrak Karmal’ı iktidara getirmiştir.
Sovyetler Birliği’nin Afganistan’ı işgali 19. yüzyıldaki büyük “Rus- İngiliz” oyununun bir devamı olarak algılanmış ve Yalta Konferansı sonucu oluşturulan dünya dengelerini bozucu bir niteliğe sahip olduğu savunulmuştur. Bu durumun 1979’da İran’da yaşanan İslam devrimi ile birleşmesi Batı’nın çıkarları açısından bir “tehdit” olarak değerlendirilmesine yol açmıştır.[91]
Bu işgal Afganistan’da içeride bir direnişe yol açmış olsa da direnişin asıl örgütlendiği ve finansal-askeri açıdan güçlendirildiği alan Afganistan dışında oluşmuştur. Soğuk Savaş koşullarında Sovyetler Birliği’nin desteklediği Afganistan Demokratik Halk Partisi’ne karşı oluşan muhalefet başta ABD olmak üzere Batılı devletler ve Suudi Arabistan tarafından desteklenmiştir. Mücahidin olarak adlandırılan muhalefete destek Pakistan üzerinden yapılmış ve bu desteği almaya yetkili yedi Sünni grup belirlenmiştir. Bu yedi gruptan üçü geleneksel örgütlenmeleri içerir; ulema ağırlıklı Hareket-i İnkılabi İslami, tarikat ağırlıklı Cephe-i Nejat-ı Milli ve İslami Cephe’dir. Gulbeddin Hikmetyar’ın lideri olduğu Hizb-i İslami, buradan kopan ilahiyatçı Paştun Yunus Halis’in Hizb-i İslami’si, Vahabi Abdul Rab Resul Sayyaf önderliğindeki İttihad-ı İslami ve Burhaneddin Rabbani liderliğindeki Cemiyet-i İslami Pakistan’ın resmen tanıdığı ve Suudi Arabistan’dan gelen yardımlardan en büyük payı alan gruplardır. Başlangıçta bu grupların Afganistan içinde önemli bir tabanı yoktur ancak yerel direnişçilerin ihtiyaç duydukları silaha ulaşabilmeleri için bu gruplardan biri ile ilişkili olmaları gereklidir. Bu temelde Tacikler kuzeyde Rabbani’nin Cemiyet-i İslami, Peştunlar ise güneyde Hikmetyar’in Hizb-i İslami örgütü ile ilişki kurmuşlardır. Afganistan’ın işgalinden sonra yaklaşık üç milyon Afgan mülteci Pakistan’a geçmiştir. Pakistan politik ya da dini görüşleri ne olursa olsun gelen tüm mültecilerin bu yedi gruptan birine yazılmalarını istemiş ve süreç içinde mülteci kamplarındaki gençler Deobandi medreseleri aracılığı ile yaygın dini eğitimden geçmiştir. Kamplarda, yardım dağıtım ağı en güçlü olan Hizb-i İslami’ye katılmak pek çok mülteci için hayatta kalabilmenin en kestirme yolu haline gelmiştir.
Aslında Sovyetler Birliği’nin işgaline karşı olan geniş bir koalisyondan–monarşi yanlıları, milliyetçiler, farklı yerel gruplar ve Afganistan Demokratik Halk Partisi dışında kalan bazı sol gruplar- söz etmek mümkünse de para ve silah desteği sadece İslami gruplara verilmiştir.[92] Bu noktada askeri darbe ile iktidara gelen, yönetimin ve günlük yaşamın dinselleştirilmesinde önemli rol oynayan Ziya ül-Hak’ın Pakistan’ının rolü yadsınamaz. Başta ABD olmak üzere Batılı ülkeler Afganistan’da Şiilere silah ve para yardımında bulunmamışlardır. Şii gruplara yapılan yardım İran’dan gelmiştir. 1979 İran İslam devriminden sonra Humeyni yönetimi İran’ın uluslararası alanda yalnızlaştırılmasını önleyebilmek ve devrimi yaymak üzere Ortadoğu’da başta Şii gruplar olmak üzere farklı radikal İslami gruplar ile ilişkilerini geliştirmeye çalışmıştır. Komşusu Afganistan’daki gelişmeler doğal olarak İran’ı da yakından ilgilendirmiş ve bu savaşa İran da Şii Hazaraları destekleyerek katılmıştır. İran Afganistan’da sadece Şii grupları değil onlarla birlikte çatışmaya katılacak Sünni radikal İslamcı grupların da bu sürece katılmasını sağlamış veya kolaylaştırmıştır. Ayetullah Hoi’nin takipçisi olan Şeyh Asıf Muhsini tarafından kurulan Hareket-i İslami başlangıçta Humeyni çizgisine yakın olsada 1980’lerin ortasından itibaren bu çizgiden uzaklaşmıştır. Eğitimli Şiiler arasında taban bulan örgüt İranlı din adamları ile yakın ilişki içinde olmasına rağmen Humeyni taraftarları ve özellikle Pasdaranlarla sorunludur. İran sınırındaki bölgede kendisine Hizbullah adını veren gruplar vardır ve bu gruplar İranlı yetkililer ile direnişçiler arasında aracı olarak önem kazanmışlardır. Başlangıçta direniş bağlamında Şii-Sünni örgütler arasında ilişkiler gelişmiş, bölünmeler daha çok politik düzeyde iktidar mücadelesi temelinde şekillenmiştir.[93] 1989’da Sovyetler Birliği Afganistan’dan çekilmek zorunda kalmış, rejimin birkaç ay içinde devrileceği öne sürülmesine rağmen Necibullah yönetimi Sovyetler Birliği’nden aldığı para, silah ve yiyecek yardımı ile bazı milisleri kendi yanına çekmeyi başarmış ve yönetime komünistler dışındaki grupları da dahil etme çabalarına girişmiştir. Ancak ABD ve Pakistan Afganistan’da rejim değişikliğinden yanadır ve Sovyetler Birliği’nin çekilmesi sonrasında bunun kolayca başarılabileceği kanaatindedir. Aslında rejimin çökmesi 1992 yılında Sovyetler Birliği’nin çözülüp, Necibullah hükümetine verdiği yardımları kesilmesinden sonra gerçekleşmiştir. İzleyen yıllarda Afganistan’da farklı İslami gruplar arasında iktidar mücadelesi başlamış ve yaşanan iç savaş Afganistan’ın o güne kadar görmediği etnik, dini çatışmalara neden olmuştur. Farklı İslami grupları bir arada tutan temel unsur Sovyetler Birliği’nin işgali ve onun kuklası olarak görülen yönetimin devrilmesidir. Bu hedef gerçekleştirildikten sonra yapılması gerekenler konusunda açık bir hedefi olmayan İslami örgütlerin liderlerinin çoğu direniş sürecinde ülke dışındaydı ve etkinlik alanları da kendi etnik kökenleri ile sınırlı idi. Sovyetler Birliği’nin çözülmesi ve Necibullah yönetiminin devrilmesinden sonra ABD ve Suudi Arabistan tarafından bu gruplara verilen yardımlar da önemli ölçüde azalmıştır. Ayrıca 1991 Körfez Savaşı’nda başta Hizb-i İslami olmak üzere pek çok grubun Suudi Arabistan’ın politikalarını eleştirmesi ve Irak yönetiminin yanında yer alması Suudi Arabistan ve Körfez ülkelerinin bu gruplara şüphe ile yaklaşmasına yol açmıştır
Ülkedeki iç savaş, Mücahit komutanlarının kırsal kesimde yarattıkları kendi egemenlik alanlarında halka yaptıkları zulüm, yoldan geçen yolculardan ve tüccarlardan zorla para alınması, kadınlara tecavüz edilmesi gibi olayların meydana geldiği kargaşa ortamında, Molla Muhammed Ömer liderliğindeki bir grup medrese hocası ve öğrencisi 1994 yılında “Taliban Hareketi” ni oluşturmuştur. “Taliban” kelimesi, Peştu dilinde “medrese eğitimi alan öğrenci” yi tanımlayan “Talib” kelimesinin çoğuludur ve “öğrenciler” anlamında kullanılmaktadır. Amaçları, Mücahit komutanlarının gücünü kırmak ve ülkede İslâmî bir rejim uygulamak suretiyle düzeni ve huzuru sağlamaktı.[94]
Taliban’ın kendi yorumuna göre hareket, ilk kez Kandahar kentinin Singesar köyündeki bir medresede görev yapan Molla Muhammed Ömer ve 30 arkadaşının 1994 yılının yaz mevsiminde silâhlı mücadeleye başlama kararı almalarıyla ortaya çıkmıştır. Başlangıçta 30 kişiden sadece 14’ü silâhlıydı.
Taliban’ın ilk kurulduğu zamanlarda Rabbani Hükûmetiyle iş birliği yaptığı yolunda bazı işaretler bulunmaktadır. 1994’ün Eylül ayında Molla Muhammed Ömer’in yakın arkadaşı Molla Ömer Rabbani’nin beraberinde birkaç kişi olduğu hâlde Kâbil’e giderek Devlet Başkanı’yla (Rabbani) görüştüğü kıymetlendirilmektedir. Taliban’ın bu dönemde Devlet Başkanı’ndan malî destek de aldığı değerlendirilmektedir. Devlet Başkanı Rabbani, Taliban Hareketi’ni Kâbil’e saldıran Gulbeddin Hikmetyar’ın Hizbi İslâmîsine karşı kullanabileceğini düşünmüştür.
Taliban Hareketi, ilk operasyonunu 1994 Ekim ayında gerçekleştirmiştir. 200 kişilik bir güçle sınırdaki Spin Boldak bölgesine saldıran Taliban, Hizbi İslâmî güçlerini yenerek bu bölgenin kontrolünü ele geçirmeyi başarmıştır. Kısa bir süre sonra da Pakistan’ın Türkmenistan’a gönderdiği konvoy, Afganistan’dan geçerken saldırıya uğradığında konvoyu kurtaran Taliban olmuştur. Bu olayla Taliban Hareketi ilk kez dünya kamuoyunun dikkatini çekmiştir.
1994’de Pakistan’daki medreselerde eğitilen ve Kandahar’a gelen Paştun öğrenciler (Taliban) yerel düzeyde saygın bir din adamı olan Molla Ömer’e bölgedeki savaş lordlarının yaptığı soygunlar, tecavüzler, talanlardan şikayetçi olmuşlardır. Bu kişilerin silahlarının alınıp cezalandırılmaları yönünde öğrencileri yönlendiren Molla Ömer ve Taliban kısa sürede güvenliği sağladığı için bölgede etkinlik kazanmış ve 1995’de Paştun Hikmetyar’ın Hizb-i İslami grubunu yendikten sonrada en önemli Paştun grup haline gelmiştir. 1996’da Kabil’in kontrolünü ele geçiren Taliban, Vahabi İslam yorumu temelinde yaptığı uygulamalarla bazı bölgelerde hoşnutsuzluk yaratmakla birlikte, İran ve Şii karşıtı ve Batı yanlısı olarak değerlendirilerek önceleri ABD[95] ama sonraları ağırlıklı olarak Pakistan ve el-Kaide gibi Arap gruplardan aldığı finansal ve askeri yardım ile yönetimini güçlendirmeye çalışmıştır. 1995’de Afganistan’daki savaşın başından itibaren Pakistan İstihbarat Servisi’nin (ISI) örtülü operasyonunda yer alan Albay İmam buraya konsolos olarak atanmış ve Taliban’a silah, para kanalları konusunda danışmanlık yapmış, muhaliflerine karşı Taliban’a önemli destek vermiştir. 1994’de ilk kez Pakistan güvenlik görevlileri Molla Ömer ile ilişkiye geçmiş ve Türkmenistan’a giden kamyonların güvenli geçişinin sağlanmasını istemiştir. Aslında Taliban’ın Pakistanlı ve Afgan destekçilerinin gözünde ilk misyonu Kandahar Herat yolunu eşkıyalardan temizlemektir. Tarihsel olarak bu bölgede var olan kaçakçılık uzun süren savaş yıllarında nitelik değiştirerek devam etmiştir. İran’dan Pakistan’a, kuzey güney hattında Orta Asya hinterlandında kaçakçılar için yolların açık tutulması, temizlenmesi önemlidir. Silah, kereste, uyuşturucu kaçakçılığı savaş ekonomisinin ana dinamikleri olmuştur. Afganistan’a giren/gönderilen silahlar bölgedeki silahlı gruplara satılmış, geleneksel olarak iç kullanım için üretilen afyon ticari bir ürün olarak önem kazanmıştır.
İki yıldır anarşinin hüküm sürdüğü Kandahar’ı hiçbir direnişle karşılaşmadan ele geçirmişlerdir. Kandahar’da düzeni sağlayabilmeleri ülkede ünlerini yaymış ve 1995 Şubat ayına kadar ülkenin yarısını kontrolleri altına almışlardır. 1995 Eylül ayında Herat’ı, 1998 Ağustos ayında ise Kâbil’i ve Celalabad’ı, bir yıl sonra Mezarı Şerif’i ele geçirerek ülkenin % 90’ına hâkim olmuşlardır.
Uyguladığı aşırı politikalar nedeniyle, Taliban yönetimi sadece Pakistan, Suudî Arabistan ve Yemen tarafından tanınmıştır. Taliban yönetimi, 1998 yılında, 1996 yılından beri barındırdığı El – Kaide terör örgütünün lideri Usame bin Ladin’in devrilmesi yönündeki ABD taleplerini reddetmiştir.
Sovyetler Birliği’nin Afganistan’ı işgali ve İran’da yaşanan İslam devriminin getirdiği yasaklar İranlı uyuşturucu tüccarlarının Pakistan’a kaymasına yol açmış ve 1980’lerde eroin ticareti Pakistan’da 8 milyar dolarlık bir pazar yaratmıştır. Afyon üretiminin ticari ürün olarak yaygınlık kazanması, savaşın finansmanında eroin ticaretinden gelen gelirin kullanımı, Afganistan’ı uyuşturucu ticaretinde önemli bir merkez haline getirmiştir.[96] İşgal ile başlayan süreçte kendi kendine yeterli, kapalı kırsal yapı uluslararası yardımlarla gelen malların (para, silah, insani yardım) dolaşımı ile değişmiş ve ticarileşmiştir. Uluslararası ilişkiler ağı içinde dolaşıma giren uyuşturucu ve silah ticaretinden pek çok yerel örgütlenme/kişi pay almıştır.[97] Doğal olarak bu durum yerleşik iktidar ilişkilerini de etkilemiş, savaş koşullarında geliştirilen yeni himaye sistemleri iktidar ilişkileri içinde yeni yerel grupların/ kişilerin önem kazanmasına yol açmış ve iktidar ağlarını dönüştürmüştür. 2001’de Pentagon ve İkiz Kulelere yapılan 11 Eylül saldırılarından sonra bu saldırıların sorumlusu olarak değerlendirilen El-Kaide lideri Usama bin Ladin Afganistan yönetiminden ısrarla istenmiş ancak Taliban yönetiminin bin Ladin’i teslim etmemesi üzerine ABD tarafından devrilmiştir.[98]
- Taliban’ın Yönetim Yapısı :
Taliban Hareketi’nin başında, eskiden Yunus Halis’in liderliğindeki Hizbi İslâmî’nin üyesi olan Peştun etnik grubuna mensup Molla Muhammed Ömer bulunmaktadır. 37 yaşlarında olduğu tahmin edilen Molla Muhammed Ömer, SSCB birlikleriyle çarpışırken başarılı bir komutan olarak ün yapmış, savaşta bir gözünü kaybetmiştir. Zamanının çoğunu örgütün askerî stratejisini plânlamaya ayırdığı söylenen lider, kamuoyu karşısına fazla çıkmamaya dikkat etmektedir. Örgütün gerek halkla gerekse dış dünyayla olan ilişkilerini yardımcıları yürütmektedir.[99]
Molla Muhammed Ömer 1996 ilkbaharında Kandahar’da 1200 ulemadan oluşan bir meclis tarafından “İnananların Komutanı” olarak seçilmiştir. Her ne kadar, şûralarda oy birliğiyle karar alındığı iddia edilse de tüm konularda son sözün lidere ait olduğu vurgulanmaktadır.
Emir olarak nitelenen Molla Muhammed Ömer devletin başıdır ve Taliban’ın kontrolü elinde bulundurduğu tüm bölgelerde bulunan şûralara başkanlık etmektedir. Taliban’ın İslâm anlayışına göre Emir, Müslüman milletini yönetir. Bu nedenle Molla Muhammed Ömer, ülkenin “Afganistan İslâm Devleti’ olan adını “Afganistan İslâm Emirliği” olarak değiştirmiştir.
Molla Muhammed Rabbani’nin konumu ise başbakana benzemektedir. Ilımlı olarak bilinen Rabbani 1998 yılının sonlarından beri pek gözükmemekte, Taliban liderleri kendisinin Kandahar’da tedavi gördüğünü iddia etmektedir. Devlet Başkanı Molla Muhammed Ömer Kandahar’da, hükûmet ise Kâbil’de bulunmaktadır.
Hükûmet işleri konusunda deneyimli olmayan Taliban Hareketi, askerî kampanyaya öncelik vermekte, idarî yapıyı ise ikinci öncelikle ele almaktadır. Bir yerde kontrolü ele geçirdikleri zaman askerî yöntemler kullanarak yolsuzluğu ortadan kaldırmaya ve düzeni sağlamaya önem vermektedir. Örgüt, kaynaklarının çoğunu savaşa ve kontrolü altındaki bölgelerde güvenliği sağlamaya harcamaktadır.
Hareketin idarî yapısının önemli bir ayağını şûralar oluşturmaktadır. Önceleri Kandahar kentinde 10 üyeli bir “Yüce Şûra” ve “Askerî Şûra” bulunmaktaydı. Her ikisinin de başkanı Molla Muhammed Ömer’di. Taliban başkenti ele geçirdikten sonra Kâbil Şûrasını kurmuştur. Kâbil Şûrasında Taliban Hükûmetinin bakanları ve bakan yardımcıları bulunmaktadır. Kâbil Şûrası, Bakanlar Kurulu işlevini görmektedir. Taliban liderleri, Kâbil ele geçirildikten bir süre sonra Kandahar’daki “Yüce Şûra” ve “Askerî Şûra”nın kaldırıldığını açıklamışlardır. Ancak, Kandahar’da hâlâ kentin yönetimiyle görevli bir şûranın olduğu değerlendirilmektedir.
Merkezî bir devlet sistemi oluşturmayı amaçlayan örgüt, ele geçirdiği bölgelere vali ve kaymakam gibi yöneticiler atamaktadır. Yalnız, atadıkları yöneticiler, o bölgeden değil, başka bölgelerden seçilmektedir. Kırsal kesimde ise Taliban yetkililerinin görev yaptığı yer sürekli olarak değiştirilmektedir.
Taliban’ın üyelerinin çoğunluğu Peştunlardan oluşmaktadır. Bilindiği kadarıyla, Yüce Şûranın bir üyesi dışındaki tüm üyeleri, Askerî Şûranın ise tüm üyeleri Kandaharlı Peştunlardan meydana gelmektedir. Kâbil Şûrası da aynı şekilde büyük ölçüde Kandahar’dan gelen Peştun halktan oluşmaktadır. Ancak, bu Şûrada ülkenin doğusundan gelen az sayıda Peştun, birkaç Farsça konuşan kişi ve bir de Özbek yer almaktadır.
Taliban, ülkedeki tüm etnik grupları bünyesinde barındırmak istediğini açıklamasına rağmen, örgüte Peştun etnik grubu hâkimdir. Bunun yanında, aşırı Sünnî bir İslâm anlayışına sahip olması nedeniyle, Şiîleri ve İsmailîleri kucaklayabilmesi imkânsız gibidir. Bu bağlamda, Taliban’ın, dünyada hiçbir İslâmî topluluğun kabul edemeyeceği katı kuralları uyguladığı için “aşırı dinci” olarak tanımlanmasına rağmen aslında Peştun etnik grubunun hâkimiyetini ön plâna çıkarmayı hedefleyen “ırkçı” bir hareket olduğunu ifade etmek yanlış olmayacaktır.
Taliban liderliğinin nasıl karar aldığı konusunda kesin bilgi bulunmamakta, özellikle Kandahar Şûrası ile Kâbil Şûrası arasındaki ilişki muamma özelliğini korumaktadır.[100]
Taliban Sözcüsü Molla Vekil Ahmet’in, Arapça yayımlanan El – Mecelle’ye verdiği bir demeçte örgütün karar verme mekanizmasıyla ilgili olarak ifade ettiği hususlar aşağıda sunulmuştur :
“Kararlar Emir El – Müminin (Liderleri Molla Muhammed Ömer’in kastedildiği değerlendirilmektedir)’in tavsiyesine dayanılarak alınır. Bunun sünnete uygun olduğunu düşünüyoruz. Kararı kendi başına alsa da emirin görüşüne saygı duyuyoruz. Devlet Başkanı olmayacak, onun yerine Emir El – Müminin olacaktır. Molla Muhammed Ömer en yüksek makam olacak, hükûmet onun kabul etmediği bir kararı uygulamayacaktır. Genel seçimler şeriata uygun değildir, bu nedenle genel seçim yapılmasını reddediyoruz. Onun yerine, bazı koşulları yerine getiren bilim adamlarına danışıyoruz.”
Bu ifadelerden Molla Muhammed Ömer’in lider olması dolayısıyla mutlak karar verici olduğu ortaya çıkmaktadır. Ancak, Kandahar Şurasında, kararlarının büyük ölçüde oy birliğine dayandığı anlaşılmaktadır. Peştunvali sistemine uygun olarak, köylerde yaşlılardan ve ileri gelenlerden oluşan “jirga” adındaki kurulların da yerel konularda karar verme yetkisi vardır. Jirgalarda kararlar oy birliğiyle alınmaktadır. Bu nedenle, Taliban kırsal kesimlerde yönetimi ele geçirse de asıl kararları jirgalar almaktadır.
Taliban Hareketi, ayrıca, ulemanın görüşlerine de büyük önem vermektedir. Örneğin kadınların İslâm’a uygun olarak nasıl eğitim görmeleri gerektiği gibi konularda ulemaya danışılmaktadır. Afgan uleması da Taliban’a önemli destek vermektedir. 1995 yılında yayımladıkları bir fetvada, Taliban’ın savaş nedeninin haklı olduğunu öne sürmeleri, Taliban – ulema iş birliğinin bir kanıtıdır.
Taliban, aldığı kararlarda bazen Peştunların geleneksel kuralları olan Peştunvali’yi uygulamakta, bazen de kendi İslâm anlayışını ön plâna çıkarmaktadır. Zaman zaman her ikisiyle de bağlantısız kurallar getirmektedir. Örneğin kadınlara getirdiği yasaklar daha çok geleneksel kuralları yansıtmaktadır. Ancak, Nevruz’un kutlanmasını yasaklaması Peştunvali’ye aykırı düşmektedir.
Taliban’ın uygulamalarında göze çarpan önemli bir nokta da, Kâbil ve Herat kentlerinde uyguladığı politikayla, kırsal kesimdeki uygulamalarının birbirinden oldukça farklı olmasıdır. Kırsal kesimde halka fazla baskı uygulanmamakta, insanlar büyük ölçüde kendi başlarına bırakılmaktayken muhaliflerin daha kolay güçlenebileceği düşünülen kentlerde insanların hayatına daha fazla müdahale edilmektedir.
Ayrıca Taliban, Herat, Kandahar ve Kâbil’de hemen hemen aynı kuralları getirmesine rağmen, başkentte bu kurallara uyulup uyulmadığını diğer kentlerdekine göre daha sıkı kontrol etmekte ve uymayanlara daha ağır cezalar getirmektedir.
Taliban Hareketi’nin içinde farklı siyasî görüşlere sahip kişiler olduğu bilinmektedir. Özellikle batı ülkeleriyle ilişkiler ve kadınlara uygulanan politika konusunda hem sertlik yanlıları hem de ılımlılar mevcuttur. Hâlen, fazla gündeme getirilmeyen görüş farklılıklarının ileride hareketi nasıl etkileyeceği meçhuldür.[101]
- Taliban’ın İslâm Anlayışı :
Taliban, aşırı Sünnî İslâm anlayışına sahiptir. Bunda Taliban içinde etkin olan Peştunların Sünnî olması önemli bir etkendir. Hareketin İslâm anlayışı ile ilgili önemli bir nokta da – en azından hâlihazır durum için – kendi İslâm anlayışlarını diğer ülkelere yaymak istememeleri, yani Panislâmist olmamalarıdır. Amaçları, sadece Afganistan’da İslâm’a dayalı “temiz” bir yönetim kurmaktır. İslâm anlayışlarını Orta Asya’ya yaymak istedikleri yolundaki iddiaları kesin ifadelerle reddetmektedirler. Onlar, “saldırganlık ve iç savaş kurbanı” ya da “ağır hasta” olarak gördükleri Afganistan’ı iyileştirmeye çalışmakta ve tek çare olarak İslâm’ı görmektedirler. Buna dayanarak Taliban’ın İslâm anlayışında milliyetçiliğin önemli bir rolü olduğunu söylemek mümkündür.
Taliban’ın bu anlayışını lider Molla Muhammed Ömer de açıkça dile getirmektedir. Hareketin Kandahar bürosunun bildirdiğine göre, Molla Muhammed Ömer, asıl amaçlarının “Afganistan’ı yolsuzluk yapan ve batı yanlısı olan çıkarcılardan kurtarmak olduğunu”, “ülke içindeki meseleler çözümlendikten sonra dış dünyayla ilişkilere önem vereceklerini” ifade etmiştir.
Diğer taraftan, Taliban üyeleri, ülkede İslâmî rejimi uygulamaya çalışırken hiçbir ülkeyi veya mevcut bir İslâmî modeli örnek almadıklarını belirtmektedirler. Afgan sistemiyle, İran ve Sudan gibi diğer sistemler arasında ne gibi farklar olduğu kendisine sorulan lider Molla Muhammed Ömer, diğer devletlerin sistemlerine bakmadıklarını, bu konuda ellerinde yeterince bilgi olmadığını belirtmiştir. Ancak, Taliban’ın şimdiye kadar ortaya çıkan diğer İslâmî hareketlerden tümüyle bağımsız olduğunu düşünmek mümkün değildir. Hareket, henüz gelişme safhasında olduğundan, kendisinden önceki akımlardan etkilendiği gözlemlenmektedir.
Taliban liderlerinin ve üyelerinin çoğunluğunun eğitim gördüğü medreseler “Deobandi” anlayışını benimsediğinden, Harekette bu anlayışın izlerini görmek mümkündür. Deobandi Hareketi, adını 19 ncu yüzyılda Hindistan’da kurulan bir medreseden almaktadır. Vehhabî hareketinden de etkilenen Deobandiler, şeriatta günün koşullarına uygun değişiklikler yapmayı öngören içtihadı reddetmektedirler. Deobandi Hareketi, ayrıca, Şiîleri yönetimin dışında tutmayı ve kadının sosyal rolünü kısıtlamayı öngörmektedir. Hindistan ve Pakistan Deobandilerinde gözlemlenen bu özellikler, Taliban’da aşırı şekilde kendisini göstermektedir.
Deobandi Hareketi, Afganistan’da uzun yıllardan beri etkilidir. Yeni Delhi’deki Deobandi medreselerinde eğitim gören Afgan ulemaları, Pakistan sınırındaki medreselerde öğrencilerini bu anlayışa uygun olarak yetiştirmişlerdir. Afganistan’daki ulemalar 1960’lı yıllara kadar yönetimde önemli ölçüde etkindi. Taliban’ın bir amacı da, ulemaları devlet yönetiminde tekrar egemen hâle getirmektir.[102]
Deobandi Hareketi’nin bir özelliği de, sembollerin çok önemli olmasıdır. Taliban’ın özellikle büyük şehirlerde kılık kıyafetle ilgili kurallara bu kadar önem vermesi, sembollerin, Deobandi hareketinde olduğu gibi Taliban için de önemli olmasına bağlanmaktadır.
Taliban’ın İslâm anlayışında etkisi görülen unsurlardan biri de, 1928’de Mısır’da, gençler arasında lâik ve liberal düşüncelerin yaygınlaşmasına tepki olarak ortaya çıkan Müslüman Kardeşler Örgütüdür. Örgütün ideolojik alt yapısının hazırlanmasında ve elemanlarına askerî eğitim verilmesinde, Taliban’da da görüldüğü gibi, okulların büyük rolü olmuştur. Bunun yanı sıra, her iki hareket de İslâm’ın bireyle Allah arasında olduğunu savunan görüşe karşı çıkmakta ve dinin, bireyin toplumla ve devletle olan ilişkileri dâhil, hayatın tüm alanlarını düzenlemesi gerektiğine inanmakta, lâik devlete tümüyle karşı çıkmaktadırlar. Diğer bir paralellik ise, İslam’a bağlılığı yeterli görülmeyen hükûmete karşı silâha sarılma hakkını kendilerinde görmeleridir. Dindar olarak tanınan Mısır Lideri Enver SEDAT’ın Müslümanların çıkarlarına aykırı davrandığı iddia edilerek öldürülmesi, sadece lâik değil, İslâmî olduklarını iddia eden hükûmetlerin bile, dine aykırı davrandıkları iddiasıyla radikal hareketler tarafından devrilmesinin öncüsü olmuş bir olaydır. Diğer taraftan, iki grubun şeriat anlayışı her ne kadar birbirinden oldukça farklı olsa da, devlet işlerinin şeriat hukukuna dayanmasını şart koşmaları, iki harekette de ortak bir nokta olarak görülmektedir.
Ayrıca, hem Müslüman Kardeşler, hem de Taliban’ın kolektif olarak seçtikleri lidere kayıtsız şartsız itaat ettikleri gözlemlenmektedir. Bu durum, Kardinaller Heyeti tarafından seçilen Katoliklerin lideri papa için de söz konusudur.
Taliban, 18 nci yüzyılda Suudî Arabistan’da ortaya çıkan Vehhabî hareketiyle de önemli benzerlikler taşımaktadır. Hareketin kurucusu Muhammed İbn Abdül Vahab (1703 – 1787), Arabistan’da yaygın olan batıl inançlara ve İslâmî kuralların çok sıkı uygulanmamasına karşı çıkarak, adaletsizliğe ve yolsuzluğa karşı cihat ilân etmişti. Ayrıca, Vehhabîler, müzik, dans, şiir ile ipek, altın ve mücevher kullanımını yasaklamışlardı. 1803 yılında Mekke’yi ele geçiren Vehhabîler, Osmanlı İmparatorluğu’na yenildikleri 1819 yılına kadar kentte hâkimiyetlerini korumuşlardı.
Hem Vehhabî Hareketi, hem de Taliban Hareketi, İslâm’a uygun olmadığına inandıkları hükûmeti devirmek ve yerine kendi İslâm anlayışlarına uygun bir devlet kurmak için silâhlı mücadele başlatmışlardır. Ayrıca, iki hareket de, sadece kendi İslâm anlayışlarının doğru olduğunu savunmaktadır. Örneğin, Taliban, İran Hükûmetinin yönelttiği eleştirilere karşılık olarak, kendi İslâm anlayışlarının İran’ın sistemine oranla daha geçerli ve daha “temiz” olduğunu savunmaktadır. Bu da Taliban’ın çeşitli İslâm anlayışlarının mevcut olabileceğine ve dinin farklı yorumlanabileceğine inandığını ortaya koymaktadır. Bir başka benzerlik de müzik ve dansın yasaklanarak, bu yasaklara uyulup uyulmadığının sıkı bir şekilde denetlenmesidir.
Taliban Hareketi’nin ülkeyi batılı, İslâm dışı unsurlardan uzak tutmak istemesi de, 1969 yılında iş başına gelen ve ülkede tüm batı etkisinin ortadan kalkması gerektiğini savunan Libya’daki Muammer Kaddafi yönetimiyle müştereklik arz etmektedir. Libya devriminin sloganı, ”özgürlük, sosyalizm ve birlik”ti. “Özgürlük”, batının ekonomik, siyasî ve kültürel egemenliğinin ortadan kalkmasını, “birlik” ise üçüncü dünya ülkelerinin ve İslâm dünyasının batıya karşı olan birliğini simgelemektedir. [103]
Taliban Hareketi de ülkedeki dış etkileri yok etmeye çalışmaktadır. Ancak, bunu yaparken Kaddafi rejiminden farklı olarak görünürde diğer ülkelerle hiçbir şekilde iş birliği içine girmeye yanaşmamakta, aksine diğer İslâm ülkelerini “temiz” İslâm devleti standartlarına ulaşamamakla suçlamaktadır.
Şiî yönetimin hâkim olduğu İran ile aşırı Sünnî anlayışı benimsemiş Taliban arasındaki ilişkilerin sorunlarla dolu olmasına rağmen, Taliban Hareketi ile İran yönetiminin aşağıda sunulan bazı ortak yönleri de mevcuttur :
- Her ikisi de iktidardaki güçlü ve zengin üyeleri ortadan kaldırarak, kitle hareketi oluşturmaya çalışmıştır.
- İran’da zengin ve orta sınıfla fakir alt sınıf arasındaki tezat oldukça güçlüyken Afganistan’da bazı Mücahit partilerinin dış destekçiler ve karaborsa vasıtasıyla zengin olduğu söylentileri halk arasında rahatsızlık yaratmaktadır.
- Ayrıca, her iki rejim de, İslâm’ın sosyal, ekonomik ve siyasî hayatta ve yargı alanında etkili olmasını savunmaktadır. Bu arada hem Müslüman Kardeşler, hem İran Devrimi hem de Taliban’da genç nüfusun harekete katılımının oldukça yüksek olduğu görülmektedir.
ç. Taliban’la İran İslâm devriminin diğer bir ortak yönü de, ulema sınıfına, dinî lidere ve camiye büyük önem vermeleridir. Ayrıca, Molla Muhammed Ömer’in çok sade yaşam tarzı Humeyni’yle benzerlik taşımaktadır.
Harekette İran’daki İslâmî rejimle benzerliklere rağmen önemli bir fark da mevcuttur. Humeyni’nin iktidara gelmeden önce hazırladığı yönetim plânı Taliban’da mevcut değildir. Taliban’ın plânları daha çok izleyecekleri askerî strateji ve ülkede asayişin sağlanmasıyla ilgilidir. Ayrıca, İran’da Humeyni yanlıları tarafından devrim öncesi yapılan ideolojik propaganda, Taliban Hareketinde görülmemektedir. Hareket, kendi kurallarını uygulayabilmek için daha çok geleneksel inanç ve yapılara, bunun yanında güç kullanımına başvurmaktadır.
Taliban’ın en çok etkilendiği teorisyenlerden biri de Pakistan’da Cemiyeti İslâmî Partisini kuran Pakistanlı İslâmî teorisyen Abdul Ala Maududi’dir. Batı dünyasının ahlâkî açıdan çökmüş ve yoksulluklara bulaşmış olduğunu belirten Maududi, bu nedenle “kendi kendine yeterli” İslâm dininin, hem batılı hem de sosyalist yaşam şekline ters düştüğünü savunmuştur. Ayrıca, şeriatın mutlak hâkimiyetinden yana olduğunu açıkça ortaya koymuştur. Taliban’ın da batı değerleriyle uzlaşmaya karşı çıkması, batıdan hareketin savunduğu görüşlere saygı duymasını ve alışmasını beklemesi, Maududi’nin savunduğu görüşle aynıdır. Ayrıca, Taliban’ın şeriatı ve kendi İslâm anlayışlarının doğru olduğunu savunması, Pakistanlı teorisyenin savunduğu fikirle benzerlik arz etmektedir. Bunun yanı sıra, Maududi’nin kadının sosyal yaşama katılmasına karşı çıkması, Taliban’ı da etkilemiş görünmektedir.
Sonuç olarak, Taliban’ın tek bir İslâmî hareketten ilham aldığını söylemek oldukça güçtür. Hareket, değişik İslâmî akımların etkisi altında kalmıştır. [104]
Ağırlıklı olarak Afganistan’da savaşan Cezayirlilerden oluşan GIA, kısa sürede Cezayir’deki iç savaşta şiddetin dozunu arttırmış ve neo-Vahabi görüşleri ile tüm Kuzey Afrika’yı destabilize eden, bölgede İslami radikalizmi arttıran bir güç haline gelmiştir . Afganistan’daki savaşta “Arap Afganlar” olarak adlandırılan farklı ülke yurttaşları kendi ülkelerine döndüklerinde bekledikleri saygın konumu kazanamamışlardır. Bu durum bazılarının Afgan deneyimini sorgulamasına yol açarken bazılarının da El-Kaide gibi örgütlenmeler içinde yer almalarına ve Suudi Arabistan örneğinde olduğu gibi rejim değişikliği talepleriyle terör eylemlerine katılmalarına yol açmıştır. 1998’de Usama Bin Ladin ve Ayman el-Zevahiri “Haçlılara ve Yahudilere karşı Savaş” ilan ettiklerinde Clinton yönetimi El-kaide örgütünü yok etmek için planlar yapmaya başlamıştır. Aynı yıl Kenya ve Tanzanya’da Amerikan elçiliklerine yapılan saldırılar ABD’nin dikkatini yeniden Afganistan ve Pakistan’a çevirmesine yol açmıştır. Aslında bu deklarasyon ile birlikte El kaide ağı içinde yer alan bazı radikal örgütler “düşman” tanımlamalarını değiştirmişlerdir. Bu döneme kadar kendi ülke yönetimlerini ana “düşman” olarak tanımlayan gruplar artık ABD ve İsrail’i birincil düşman olarak tanımlamakta ve silahlı eylemlerin bu ülkelere yönelik olarak yapılması gerektiğini savunmaktadır. Bu da radikal gruplar açısından çok önemli bir dönüşümü ifade etmektedir. Bugüne kadar kendi ülkelerinin siyasal rejimlerini “düşman” olarak tanımlayan ve ona karşı silahlı mücadele yürüten bu gruplar kendi ülkelerinde ciddi başarısızlıklara uğramış ve 1990’ların ikinci yarısından itibaren silah bırakmaya başlamıştır. Radikal gruplar arasında önemli tartışmaları başlatan bu deneyim bazı grupların silahlı mücadeleden vazgeçip farklı mücadele stratejileri benimsemelerine yol açarken özellikle Afganistan’da kalan bazı liderlerin de mücadele alanını değiştirmesine yol açmıştır. Gerges’in “ulusüstü cihadiler” olarak tanımladığı bu gruplar cihadı uluslararasılaştırmayı ve İslam devrimini dünyaya yaymayı hedeflemektedirler.[105] Bu gruplar için “düşman” artık geldikleri ülkelerin dışındadır, kısaca ABD ve İsrail’dir.
SONUÇ:
Afganistan stratejik önem taşıyan konumundan dolayı tarih boyunca önem taşımıştır. 18. Yüzyılda dünya hakimi olan Britanya ve Rusya arasında tampon oluşturması için “Büyük Oyun” un en önemli kurbanı olmuştur. Devam eden stratejik öneminden dolayı 1979 yılında Rusya tarafından işgal edilmiş fakat SSCB’nin dağılmasında en önemli faktörlerden birisi olmuştur. Sovyet işgaline karşı savaşan Radikal dini unsurlar daha sonra birbirleriyle iç savaşa tutuşmuş ve ülkedeki kargaşa yine Radikal bir grup olan Taliban’ın ülkeyi ele geçirmesi ile sonuçlanmıştır. Taliban yönetimi El kaide unsurlarının ülkede barınmasına izin vermiş ve işbirliği yapmıştır. Batılılar tarafından beslenip büyütülen bu iki örgüt yönünü batıya dönerek onları düşman olarak görmeye ve eylem yapmaya başlamıştır.
2001’de Washington’da Pentagon ve New York’da ikiz kulelere yapılan saldırılardan hemen sonra ABD radikal İslamcı gruplara karşı tutumunu değiştirmiş ve “teröre karşı savaş” politikası temelinde bu gruplar “küresel tehdit” olarak tanımlanmıştır. Organize suç örgütü gibi muamele gören bu grupların gücünün sınırlanması için ABD şiddet kullanmaktan çekinmemiştir. 11 Eylül saldırılarından hemen sonra Afganistan’daki Taliban yönetimi Usame Bin Ladin’i koruduğu ve “terörist” grupları barındırdığı için hedef olarak seçilmiş ve ABD bombardımanları sonunda pek çok Ortadoğu ülkesinin de desteği ile devrilmiştir. Ayrıca bu grupların finansal kaynaklarını kurutmak ve kitle imha silahlarına sahip olmalarını önlemek amacı ile pek çok uygulama gerçekleştirilmiştir.[106] Aslında pek çok ülke örneğin Pakistan, İran, Suudi Arabistan, Mısır, Yemen, Suriye, Birleşik Arap Emirlikleri vb. Afganistan’da Taliban rejiminin yıkılmasında ve El-Kaide’ye karşı mücadelede ABD’ye destek vermiştir. Tüm bu devletler kendi içlerinde El-Kaide veya benzeri örgütlenmeler tarafından tehdit edildiklerini düşündükleri için bu mücadeleye ABD yanında taraf olmuşlardır. Ayrıca bu mücadelede ABD’ye destek olmak bölgede bazı otoriter yönetimlerin kendilerini güçlendirmelerine yol açmış bir başka deyişle örneğin Mısır’da Hüsnü Mübarek, Pakistan’da Pervez Müşerref yönetimini Batılı eleştirilerden korumuştur. Afganistan deneyiminin bilinmesi sadece bugün ne olduğunu anlamak açısından değil yarın ne olabileceğini öngörmek açısından da önemlidir. 2003’de ABD ve Britanya’nın Irak işgalinden sonra Irak Afganistan’ın yerini almış ve radikal gruplar için teknik uzmanlıklarını geliştirecekleri, cihadı yenileyecekleri bir alan olmuştur. Afganistan gibi Irak da farklı ülkelerin farklı grupları destekleyerek kendi çıkarlarını ya da çatışmalarını Iraklılar üzerinden çözmeye çalıştıkları bir savaş alnına dönüşmüştür. Bugün Irak’ta sadece işgalci güç olarak ABD ve Britanya yoktur. İran, Suudi Arabistan, Türkiye, İsrail, vb. de vardır. Afganistan deneyiminden öğrenmeye niyetli olan ülkeler bu savaşın bölge ülkeleri için yeni sorunlara gebe olduğunu ve buna göre tutum alınması gerektiğini bileceklerdir. “Tehdit” tanımlamaları belirli bir tarihsel-toplumsal bağlamda, mevcut iktidar yapıları temelinde farklı toplumsal/siyasal gruplar tarafından şekillendirilir. Kuşkusuz “tehdit”in kimler tarafından, nasıl algılandığı önemlidir. Ancak “tehdit”in hangi iktidar yapısı temelinde, hangi toplumsal/siyasal aktörlerce süreç içinde nasıl kurgulandığı ve değiştiği kavramı günümüz açısından çok daha önemlidir.[107]
Kaynakça:
ADAMEC Ludwig W., Historical Dictionary of Afghanistan, Dördüncü baskı, Plymouth İngiltere, 2012
AFGANİSTAN İSLAM CEMİYETİ, Afganistan Kurtuluş Savaşı, Düşünce Aylık Kültür Dergisi, İstanbul 1979
ALBAYRAK Recep, Afganistan Türkleri, Ankara, 2004
AREZ Ghulam Jailane, Geological Features of Kabul City, Afghanistan Quarterly, Social Sciences, Afghanistan Academy of Sciences, Sceientific and Research Center, Dergi, Sayı 34, Kış 1982
ATACAN Fulya, Radikal İslam’ın Küresel Bir Tehdite Dönüşüm Süreci: Afganistan Deneyimi, NEU Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences, Cilt/Volume I Sayı/Number 1 Nisan/April 2008
ASKERÎ TARİH VE STRATEJİK ETÜT (ATASE) Başkanlığı, “Afganistan ve Taliban Hareketi ile ABD, Rusya Federasyonu (RF), Pakistan, İran, Hindistan, Çin Halk Cumhuriyeti (ÇHC) ve Orta Asya Cumhuriyetleri (OAC)’nin Afganistan’a Yönelik Politikalarının Değerlendirilmesi”, 12 KASIM 2001,
AYBEK Hasan Zafer, “Türkiye’nin ilk Afgan Elçisi, Ordumuza Girmek İçin Ceketini Satan Müslüman Hintli”, Tarih ve Edebiyat Mecmuası, Şubat-1982
BARNETT R. Rubin; “Afghanistan Under the Taliban”, Current History, February 1999, Vol. 98
BOZATAY Şeniz Anbarlı; İsmail Meriç; Afganistan’da Şiddet ve Terörün Toplumsal Arka Planı, Akademik Ortadoğu Dergisi, sayı 13,İstanbul 2013
BURGET Fazıl Ahmet, E:\alındı\wikipedia etc\TÜRKSAM Afganistan’da Başlayan Yeni Dönemde Türkiye’nin Yeri, Ankara, 8 Eylül 2006
BÜYÜKBAŞ Murat; Amerika Birleşik Devletleri’nin Afganistan’a Müdahalesi ve Afganistan’da Oluşan Yeni Yönetim Yapısı, YYLT., Isparta, 2006,
CAN Turan, “Afganistan Yaşam İle Savaş Arasındaki Ülke-2”, EKOAVRASYA (Avrasya Ekonomik İlişkiler Derneği), 2012 Bahar
CAN Turan, ; Türkiye-Afganistan İlişkileri “Tarihten Gelen Dostluk”, Tusam, Makale, Kabil, 2011
CÖHCE Salim; “Atatürk Döneminde Türk Afgan Münasebetleri”, Afganistan Üzerine Araştırmalar, İstanbul, 2002
DEMİREL Emin, Taliban El-Kaide-Ladin ve Paylaşılamayan Ülke Afganistan, İstanbul, 2002
DOĞAN Süleyman, Cihadda İttifak, Koltukta İhtilaf Afganistan’da Kim Kazandı, İstanbul 1995
ERMAN Kubilayhan, Ahmed Şah Dürrani Öncesinde Afganistan Tarihinde Türkler ve Diğer Kavimler, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Dergisi 53, 2 (2013)
GENKUR ATASE BAŞKANLIĞI, Geçmişten günümüze Türk Afgan ilişkileri, Ankara, 2009
GÖKTEKE Ebru, Afganistan, FHM dergisi, İstanbul, Kasım 2001
İLHAN Suat; Jeopolitik Kavramları ve Unsurları, Avrasya Dosyası, Jeopolitik Özel, Kış 2002,Ankara, Cilt: 8, Sayı 4
İLHAN Suat; Türklerin Jeopolitiği ve Avrasyacılık, Yöneten Atilla İlhan, İstanbul 2005
KAHRAMAN İsmail; TEMİZ Ahmet, Horasan’dan Türkistan’a Afganistan, Yedikıta Dergisi, sayı 28, İstanbul, Aralık 2010
KEÇE Hüseyin, Mevlana Yolu Belh’ten Konya’ya, Atlas Dergisi Özel Sayı, İstanbul 2006
KİTAPÇI Zekeriya, Türkistan’da İslamiyet ve Türkler, Ocak 1988, Konya
KÖÇER Mehmet, Türk Afgan İlişkileri (Emanullah Dönemi 1919-1929) YDT, Elazığ 2004
LYON Peter, D. S., , A Solution for Ethnic Conflict: Demokratic Governance in Afghanistan, YDT, Ağustos 2006, Manitoba Üniversitesi, Kanada
OĞUZ Esedullah, Hedef Ülke Afganistan, İstanbul, 2001
ÖZER Yusuf, NATO Harekâtlarında İstihbaratın Yeri Afganistan’da Kültürel İstihbarat, YDT, Ankara, 2014
ÖZLÜ Hüsnü, Tarihsel Süreç İçerisinde Afganistan’ın Strarejik Konumu, Günümüzde Afganistan’ın Yeniden Yapılandırılmasında Uluslararası Boyut ve Türkiye, Stratejik Araştırmalar Dergisi, Sayı 11 Mayıs 2008, Ankara
SALTIK Ekrem, Hindistan’da Türk Asrı, Yedikıta Aylık Tarih ve Kültür Dergisi, Sayı 64, Aralık 2013, İstanbul
SARAY Mehmet, Afganistan, ve Türkler, Avrasya stratejik Araştırmalar Merkezi (ASAM) yayınları Ankara,2002
SELİM;Yavuz Ah Afganistan, Türkiye Sağlık İşçileri Sendikası Yayınları, Ankara Aralık 2003
ŞEYHANLIOĞLU Hüseyin, 18. Yüzyıldan Günümüze Afganistan’ın Stratejik önemi, TİKA Avrasya Stratejik Etütleri, sayı 34, s. 61-83, 2008, Ankara
ŞİMŞİR Bilal N, Atatürk ve Afganistan, Avrasya Stratejik Araştırmalar Merkezi (ASAM) Yayınları, Ankara, 2002
TUTSAK Sadiye; BEK Hafız; İpek Yolu’nun Afganistan’dan Geçiş Güzergahları, Sempozyum, 2011 Uşak
WASHİNGTON POST GAZETESİ, “Sovyetler Afgan Kültürünü yeniden Yapılandırmaya Çalışıyor”, 13 Ocak 1986
YEĞİN Abdullah, Afganistan Siyasetini Anlama Kılavuzu, SETA Yayınları, Ankara, 2015
YILMAZ Orhan, İran, Afganistan ve Türkmenistan’a Bir Seyahat II, Türk Dünyası Tarih Kültür Dergisi, Sayı 238, İstanbul Ekim 2006
ZİYAYİ Najiba, Afganistan Türklerinin Dini İnanç ve Yaşayışları (Kuzey Afganistan Örneği), YYLT, Isparta, 2004
[1] Bu Makale ; Afganistan, İslam, Taliban ve Günümüze Etkileri, Yeni Türkiye Stratejik Araştırma Merkezi, İslam Dünyası Özel Sayısı Cilt 1, Yıl 23 Sayı 95, Mayıs Haziran 2017 sayısında yayınlanmıştır.
[2] Araştırmacı Yazar
[3] Ghulam Jailane Arez, Geological Features of Kabul City, Afghanistan Quarterly, Social Sciences, Afghanistan Academy of Sciences, Sceientific and Research Center, Dergi, Sayı 34, Kış 1982, s. 1
[4] Orhan Yılmaz, İran, Afganistan ve Türkmenistan’a Bir Seyahat II, Türk Dünyası Tarih Kültür Dergisi, Sayı 238, İstanbul Ekim 2006, s. 44; Recep Albayrak, Afganistan Türkleri, Ankara, 2004, s. 17
[5] Murat Büyükbaş; Amerika Birleşik Devletleri’nin Afganistan’a Müdahalesi ve Afganistan’da Oluşan Yeni Yönetim Yapısı, YYLT., Isparta, 2006, s.6; Sınır uzunlukları için bknz. http://www.countrywatch.com/cw_country ; Recep Albayrak; A.g.e., s. 17
[6] Orhan Yılmaz; Age. s. 44
[7] Şeniz Anbarlı Bozatay; İsmail Meriç; Afganistan’da Şiddet ve Terörün Toplumsal Arka Planı, Akademik Ortadoğu Dergisi, sayı 13,İstanbul 2013, s. 160
[8] Suat İlhan; Jeopolitik Kavramları ve Unsurları, Avrasya Dosyası, Jeopolitik Özel, Kış 2002,Ankara, Cilt: 8, Sayı 4, s. 318
[9] Yavuz Selim; Ah Afganistan, Türkiye Sağlık İşçileri Sendikası Yayınları, Ankara Aralık 2003, s. 18
[10] Murat Büyükbaş; A.g.e., s.4; , Suat İlhan; Türklerin Jeopolitiği ve Avrasyacılık, Yöneten Atilla İlhan, İstanbul 2005, s. 175
[11] Yavuz Selim; A.g.e., s. 30
[12] Hüseyin Şeyhanlıoğlu, 18. Yüzyıldan Günümüze Afganistan’ın Stratejik önemi, TİKA Avrasya Stratejik Etütleri, sayı 34, s. 61-83, 2008, Ankara, s.1; Emin Demirel, Taliban El-Kaide-Ladin ve Paylaşılamayan Ülke Afganistan, İstanbul, 2002, s. 24; Yavuz Selim, A.g.e., s. 40
[13] Murat Büyükbaş, ; A.g.e., s.4
[14] Turan Can, ; Türkiye-Afganistan İlişkileri “Tarihten Gelen Dostluk”, Tusam, Makale, Kabil, 2011, s.1
[15] Yavuz Selim,Age. s. 30
[16] Turan Can, , Age. s. 2
[17] Hüsnü Özlü, Tarihsel Süreç İçerisinde Afganistan’ın Strarejik Konumu, Günümüzde Afganistan’ın Yeniden Yapılandırılmasında Uluslararası Boyut ve Türkiye, Stratejik Araştırmalar Dergisi, Sayı 11 Mayıs 2008, Ankara, s.10
[18] Fazıl Ahmet Burget, E:\alındı\wikipedia etc\TÜRKSAM Afganistan’da Başlayan Yeni Dönemde Türkiye’nin Yeri, Ankara, 8 Eylül 2006, s.1
[19] Sadiye Tutsak; Hafız Bek; İpek Yolu’nun Afganistan’dan Geçiş Güzergahları, Sempozyum, 2011 Uşak, s. 1
[20] Süleyman Doğan, Cihadda İttifak, Koltukta İhtilaf Afganistan’da Kim Kazandı, İstanbul 1995, s. 9
[21] Ludwig W. Adamec, Historical Dictionary of Afghanistan, Dördüncü baskı, Plymouth İngiltere, 2012, s.21
[22] Ebru Gökteke, Afganistan, FHM dergisi, İstanbul, Kasım 2001, s. 118
[23] Mehmet Köçer, Türk Afgan İlişkileri (Emanullah Dönemi 1919-1929) YDT, Elazığ 2004, s. 23
[24] Mehmet Saray, Afganistan, ve Türkler, Avrasya stratejik Araştırmalar Merkezi (ASAM) yayınları Ankara,2002, s. 16; Mehmet Köçer, Age.s.12; Peter, D. S. Lyon, , A Solution for Ethnic Conflict: Demokratic Governance in Afghanistan, YDT, Ağustos 2006, Manitoba Üniversitesi, Kanada, s. 66; Afganistan İslam Cemiyeti, Afganistan Kurtuluş Savaşı, Düşünce Aylık Kültür Dergisi, İstanbul 1979, s. 14-16; Ludwig W. Adamec, A.g.e., s. 21
[25] Kubilayhan Erman, Ahmed Şah Dürrani Öncesinde Afganistan Tarihinde Türkler ve Diğer Kavimler, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Dergisi 53, 2 (2013) s. 483
[26] Mehmet Saray, A.g.e,. s. 17; Mehmet Köçer, A.g.e., s.13
[27] Abdullah Yeğin, Afganistan Siyasetini Anlama Kılavuzu, SETA Yayınları, Ankara, 2015, s.15
[28] Ludwig W.Adamec, A.g.e., s. 21
[29] Zekeriya Kitapçı, Türkistan’da İslamiyet ve Türkler, Ocak 1988, Konya, isimli eserde Afganistan’ın İslamiyet’e geçişi ayrıntılı olarak anlatılmaktadır; İsmail Kahraman; Ahmet Temiz, Horasan’dan Türkistan’a Afganistan, Yedikıta Dergisi, sayı 28, İstanbul, Aralık 2010, s. 52, Aynı zamanda kayı boyunun da anavatanı olduğu belirtilmektedir.
[30] Mehmet Saray, A.g.e., s. 18; Ebru Gökteke, A.g.e., s. 118
[31]Hüseyin Keçe, Mevlana Yolu Belh’ten Konya’ya, Atlas Dergisi Özel Sayı, İstanbul 2006, s. 46
[32] Kubilayhan Erman, A.g.e., s. 482
[33] Mehmet Saray, A.g.e., s. 18; Mehmet Köçer, A.g.e., s.14; Adam Ritscher, A.g.e. de benzer bilgiler vermektedir.
[34] Kubilayhan Erman, A.g.e., s. 483
[35] Ludwig W. Adamec, A.g.e., s. 21
[36] Kubilayhan Erman, A.g.e., s. 484; Erdoğan Merçil, Gazneliler Devleti Tarihi, TTK., Ankara 2007, s.1
[37] Ekrem Saltık, Hindistan’da Türk Asrı, Yedikıta Aylık Tarih ve Kültür Dergisi, Sayı 64, Aralık 2013, İstanbul, s. 19
[38] Mehmet Saray, A.g.e., s. 18; Mehmet Köçer, A.g.e., s.14; Erdoğan Merçil, A.g.e. s. 45
[39] Mehmet Saray, A.g.e,. s. 18; Erdoğan Merçil, A.g.e., s. 75-76
[40] Mehmet Köçer, Age.,s.67
[41] Emanullah Han iktidar olduktan sonra, ‘kendisinin halkı tarafından Emir ilan edildiğini söyleyecek ve yayınladığı fermanda halkın özgür olduğunu ve hükümetin kanunlara uyması gerektiğini belirtecektir’ Mehmet Köçer,A.g.e., s.. 67.
[42] Esedullah Oğuz, Hedef Ülke Afganistan, İstanbul, 2001, s. 51; Najiba Ziyayi, Afganistan Türklerinin Dini İnanç ve Yaşayışları (Kuzey Afganistan Örneği), YYLT, Isparta, 2004, s.12
[43] Esedullah Oğuz, A.g.e., s. 51
[44] Süleyman Doğan, A.g.e., s. 16
[45] Recep Albayrak, A.g.e., s. 130
[46] Salim Cöhce; “Atatürk Döneminde Türk Afgan Münasebetleri”, Afganistan Üzerine Araştırmalar, İstanbul, 2002, s. 103
[47] Zeki Sarıhan, Age. s. 9
[48]Abdurrahman Bey Hk ayrıntılı bilgi için Bkz.: Hasan Zafer Aybek, “Türkiye’nin ilk Afgan Elçisi, Ordumuza Girmek İçin Ceketini Satan Müslüman Hintli”, Tarih ve Edebiyat Mecmuası, Şubat-1982, s. 22-28
[49] Salim Cöhce; Age. s. 106
[50] Hasan Zafer Aybek, A.g.e., s. 28
[51] Salim Cöhce; Age. s.109
[52] Genkur ATASE Başkanlığı, Geçmişten günümüze Türk Afgan ilişkileri, Ankara, 2009, s. 36; Bilal N Şimşir, Atatürk ve Afganistan, Avrasya Stratejik Araştırmalar Merkezi (ASAM) Yayınları, Ankara, 2002, s.44
[53] Salim Cöhce; Age. . s.111
[54] Can, Aydın; Age. . s.2
[55] Genkur ATASE Başkanlığı, A.g.e., s.1, ,
[56] Turan Can, “Afganistan Yaşam İle Savaş Arasındaki Ülke-2”, EKOAVRASYA (Avrasya Ekonomik İlişkiler Derneği), 2012 Bahar, s. 62; Abdurrahman Bey Hk ayrıntılı bilgi için Bkz.: Hasan Zafer Aybek, A.g.e., s. 22-28, Hindistan Müslümanları, Dr. Muhtar Ahmet Ansari’nin başkanlığında, Balkan Harbi içinde bulunan Türkiye’ye bir Kızılay heyeti gönderiyorlardı. Ama Abdurrahman’ın parası yoktu. Bu parayı babasından istemiş fakat oğlunun tahsilini yarıda bırakarak bu şekilde memleket dışına çıkışına rıza göstermeyen babası ona para vermemişti. Bunun üzerine Abdurrahman ceketini satmış, arkadaşları da bunu birkaç defa satın alıp hem ceketini kendisine geri vermişler hem de yol parasını sağlamışlardı. Bu olay 1912 yılı aralık ayının ilk günlerinde sonradan Pakistan haline gelecek olan Hindistan’ın kuzey batı bölgesinde geçiyordu. 22 Aralıkta İstanbul’a varan heyet büyük gösterilerle karşılanmış ve Çatalca hattına yaralılara hizmet için gönderilmişti. Balkan Harbi bitince heyetin görevi de sona ermiş ve bir eksiğiyle Hindistan’a dönmüştü. Türkiye’de kalan heyet üyesi Abdurrahman Bey’di. Aynı Abdurrahman Bey 10 yıl kadar sonda da Türkiye Cumhuriyeti Büyük Millet Meclisi kararıyla Afganistan’a Türkiye Büyük Millet Meclisi Büyükelçisi olarak gönderilecek, Türk milletinin yabancı asıllı bir şahsa gösterdiği en büyük lütuflardan birine kavuşacaktı. Elçiliği sırasında Amanullah Han kendisine çok iltifat etti, hatta ikametine Ayniül İmara denilen ve prensliği zamanında oturmuş olduğu sarayı tahsis etti
[57] Mehmet Köçer, Age.,s. 50
[58] Recep Albayrak, A.g.e., s. 130
[59] Mehmet Köçer, Age.,s. 101.
[60] Recep Albayrak, A.g.e., s. 130
[61] Mehmet Köçer, Age.,s. 104.
[62] Mehmet Köçer, Age.,s. 107.
[63] Esedullah Oğuz, A.g.e., s. 53
[64] Mehmet Köçer, Türk Afgan İlişkileri (Amanullah Dönemi1919-1929) Yayınlanmamış Doktora Tezi Elazığ 2004s.133
[65] L. B. Poullada, Reform and Rebelion in Afghanistan, s. 119
[66] Mehmet Köçer, Age.,s. 107
[67] L. B. Poullada, A.g.e., s.124
[68] Esedullah Oğuz, A.g.e., s. 53; Najiba Ziyayi, A.g.e., s.13
[69] Esedullah Oğuz, A.g.e., s. 53
[70] L. B. Poullada, A.g.e., s.125
[71] Mehmet Köçer, tez, s. 138
[72] Recep Albayrak, A.g.e., s. 131; Genkur ATASE Başkanlığı, A.g.e., s. 65; Najiba Ziyayi, A.g.e., s.13
[73] Recep Albayrak, A.g.e., s. 131
[74] Esedullah Oğuz, A.g.e., s. 55; Najiba Ziyayi, A.g.e., s.13, Bilal N Şimşir, A.g.e., s.225; Genkur ATASE Başkanlığı, A.g.e., s.68
[75] Pakistan ve ABD’nin ülke içindeki çok sayıda güce destek verme politikaları Afganistan’daki bölünmüşlüğün de etkisiyle herhangi bir liderin ortaya çıkmasını engellemiştir.
[76] 1990’la birlikte Pakistan 4 milyon, İran 2,5 milyon mülteciyi barındırıyordu. Bu dönemde, Afganistan içinde yerlerinden edilmiş insanların sayısı da 2 milyonu geçiyordu.
[77] ABD’nin stinger füzelerini vermesiyle Mücahitler hava savunmasında kayda değer başarılar elde etmişlerdir.
[79] Yusuf Özer, NATO Harekâtlarında İstihbaratın Yeri Afganistan’da Kültürel İstihbarat, YDT, Ankara, 2014, s. 190
[80] Yusuf Özer, A.g.e., s. 191
[81] Yusuf Özer, A.g.e., s. 193
[82] Washington Post gazetesi, “Sovyetler Afgan Kültürünü yeniden Yapılandırmaya Çalışıyor”, 13 Ocak 1986, s.2,
[83] Fulya Atacan, Radikal İslam’ın Küresel Bir Tehdite Dönüşüm Süreci: Afganistan Deneyimi, NEU Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences, Cilt/Volume I Sayı/Number 1 Nisan/April 2008, s. 34
[84] Fulya Atacan, A.g.e., s.35
[85] Olivier Roy, Afganistan’da Direniş ve İslam, İstanbul, Şubat 1990, s.51
[86] Olivier Roy,A.g.e., s.70
[87] Olivier Roy, A.g.e., s.75
[88] Fulya Atacan, A.g.e., s.36
[89] Olivier Roy, A.g.e., s.78
[90] Askerî Tarih ve Stratejik Etüt (ATASE) Başkanlığı, “Afganistan ve Taliban Hareketi ile ABD, Rusya Federasyonu (RF), Pakistan, İran, Hindistan, Çin Halk Cumhuriyeti (ÇHC) ve Orta Asya Cumhuriyetleri (OAC)’nin Afganistan’a Yönelik Politikalarının Değerlendirilmesi”, 12 KASIM 2001, s.4
[91] Fulya Atacan, A.g.e., s.36
[92] Fulya Atacan, A.g.e., s.37
[93] Olivier Roy, A.g.e., s.147
[94] R. Rubin Barnett; “Afghanistan Under the Taliban”, Current History, February 1999, Vol. 98, No. 625, s.80.
[95] Rashid, 2000;176
[96] Fulya Atacan, A.g.e., s.39
[97] Olivier Roy, A.g.e., s.217
[98] Fulya Atacan, A.g.e., s.40
[99] Askerî Tarih ve Stratejik Etüt (ATASE) Başkanlığı, “Afganistan ve Taliban Hareketi ile ABD, Rusya Federasyonu (RF), Pakistan, İran, Hindistan, Çin Halk Cumhuriyeti (ÇHC) ve Orta Asya Cumhuriyetleri (OAC)’nin Afganistan’a Yönelik Politikalarının Değerlendirilmesi”, 12 KASIM 2001, s.4
[100] Askerî Tarih ve Stratejik Etüt (ATASE) Başkanlığı, A.g.e.s., 5
[101] Askerî Tarih ve Stratejik Etüt (ATASE) Başkanlığı, A.g.e.s., 6
[102] Askerî Tarih ve Stratejik Etüt (ATASE) Başkanlığı, A.g.e.s., 7
[103] Askerî Tarih ve Stratejik Etüt (ATASE) Başkanlığı, A.g.e.s., 8
[104] Askerî Tarih ve Stratejik Etüt (ATASE) Başkanlığı, A.g.e.s., 9
[105] Fulya Atacan, A.g.e., s.47
[106] Fulya Atacan, A.g.e., s.48
[107] Fulya Atacan, A.g.e., s.48
No responses yet